5 Ocak 2023 Perşembe

200 Yıl Öncesinin Okurlarından Selâm Var!


İstanbul’da 200 yıl önce kahramanlık hikâyelerinin anlatıldığı el yazması kitapları kimler, nerede, ne zaman okumuş, nasıl tepkiler vermişti? Bu soruların yanıtlarını, okurların sayfaların kenarlarına aldıkları notlardan öğrenebiliyoruz...

Sahaflardan aldığımız kitapları özel kılan şeylerden biri de bizden önceki okurların kitaplarda bıraktıkları izler; altı çizilen satırlar, sayfalara yazılan notlardır. Peki ya 18-19. yüzyıllardan okur notlarıyla karşılaşmak? Şüphesiz çok daha heyecan verici...

Dr. Elif Sezer Aydınlı, doktora tezinde Hamzanâme ve Ebu Müslimnâme türündeki hikâyelerin el yazmalarındaki okur notlarını inceledi. Hamzanâme Hz. Hamza’nın; Ebu Müslimnâme de Emevîlere karşı ayaklanan ve Abbâsî iktidarının önünü açan Ebu Müslim'in kahramanlıklarını konu ediniyor. Anonim olarak üretilen bu hikâyeler Arapçadan Malaycaya farklı dillerde yazılmış ve geniş bir coğrafyada Müslüman toplumlar tarafından uzun yıllar boyunca sevilerek okunmuş. 

Aydınlı'nın incelediği, 18-19. yüzyıllarda üretilmiş ve okunmuş 200 yazmada binlerce okur notu bulunuyor. Bu yazmaların genellikle İstanbul'da, nadiren de Bursa ve Edirne'de okunduklarını anlıyoruz notlardan. 

Oğuz Atay, "Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya" adlı öyküsünün sonunda "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" diye soruyordu. Bu anonim hikâyelerin asırlar öncesindeki okurları da gelecekteki okurlara sesleniyor sanki: "Biz buradayız sevgili okuyucu, sen neredesin acaba?"

Yazmalardaki okur notlarının detaylarını Elif Sezer Aydınlı ile konuştuk...



Zeugma: "İki Cihan Âresinde" Tarihi Taşla Dokumak


“Çalabım bir şâr yaratmış
İki cihân âresinde”

14-15. yüzyıllarda yaşamış olan Hacı Bayram Veli, şiirinde “tanrının iki dünyanın arasında yarattığı bir şehirden” bahsediyor. Cemal Kafadar, hem fiziksel hem kültürel olarak İslam ve Bizans coğrafyası arasındaki bir uç mevkiinden doğan, kendisini hem Doğu Roma İmparatorluğu’nun vârisi hem de İslâm dünyasının önderi olarak gören Osmanlı İmparatorluğu’nun doğuşunu anlattığı kitabına, bu dizelerden ilhamla “İki Cihân Âresinde” ismini vermişti. Fırat’ın kıyısında bir Roma kenti olan, medeniyetlerin geçiş noktasında konumlanmış, farklı kültürlerin bir arada bulunduğu Zeugma için de bundan daha iyi bir “yer tarifi” olamaz. Öyleyse “İlhamını Hacı Bayram’dan aldım / Çaldımsa da mîrî malı çaldım” diyerek girelim söze: I. Seleukos Nikator bir kent kurmuş iki dünya arasında... 

Bugün Gaziantep’in Nizip ilçesi sınırlarında, Fırat Nehri’nin kıyısında yer alan “Zeugma” diye bildiğimiz kent, aslında M.Ö. 300 civarında Büyük İskender’in Makedon komutanı, Seleukos İmparatorluğu’nun kurucusu I. Seleukos tarafından nehrin iki yakasında karşılıklı iki kent olarak kurulur. Bu kentlere Seleukos ve eşi Apama’nın isimleri verilir: Fırat’ın batısında yer alan, bugün kalıntılarını görebildiğimiz Seleukeia ve Fırat’ın doğusunda yer alan, tamamı ile baraj gölünün suları altında kalan Apamea. Kentin konumunu, işlevini, anlamını çok iyi yansıtan, Eski Yunancada “geçit” anlamına gelen “Zeugma” ismi ise daha sonraki dönemlerde kullanılmaya başlar. Yalnızca mozaikleriyle ünlü bir kent olmakla kalmayıp kendisi de bir kültürler mozaiğine dönüşen Zeugma’nın, Makedon asıllı Seleukos ile Pers asıllı Apama’nın adına kurulan iki kentten oluşması da kaderin kentin tarihine sembolik bir dokunuşudur belki de.


Milliyet Arkeoloji, 19

https://www.milliyet.com.tr/tatil/arkeoloji/iki-cihan-aresiinde-tarihi-tasla-dokumak-6845202

27 Temmuz 2022 Çarşamba

Teos: Dionysos'un Kenti





“Kim var imiş biz burada yoğ iken”


Tarihçi Cemal Kafadar, adını Karacaoğlan’ın bu mısraından alan, 16 ve 17. yüzyıllar Osmanlı dünyasından oldukça mütevazı dört kişiyi anlattığı kitabının başında ozanın, hayatın acılarından dem vuran şiirinin sonunda neden bu soruyu sorduğunu irdeler: “Kâh âşık kâh düpedüz çapkın sesi ile tanıdığımız şiirlerinde pek görülmeyen ya da açık edilmeyen bu felsefi-tarihi duyarlılığı, neden kendisine kolayca yakıştıramadığımız efkârlı bir şiirin sonuna yerleştirir?” Ve uyarır: “Bu soru sizde bir merak uyandırmadıysa, hatta tarihçilerin bu tür sorularla uğraşmasını yadırgıyorsanız bu kitabı okumanızı tavsiye etmem.” 

Kafadar’a göre tarih, yok olanla değil, bir zamanlar var olanla ilgilidir. Karacaoğlan da “kim var imiş” diye sorarak onların kanlı canlı insanlar olduklarını hatırlatır; şimdi yok olduklarını değil, bir zamanlar var olduklarını ifade eder: “’Onlardan sonrası’ olduğumuzun ve bir de ‘bizden sonrası’ olacağının bilinciyle, yani bugüne ait ve geleceğe dönük bir perspektifle anlamağa çalıştığımız birileridir mazinin insanları. Yunus gibi ölüm gerçeği ve ahiret üzerine düşünmek isteyenler felsefeye yönelse gerektir, Karacaoğlan gibi hayat ve dünya üzerine düşünmek isteyen ise tarihe...” Urla-Çeşme Yarımadası’nın Ege Denizi’ne doğru uzandığı topraklar üzerinde, zeytin ağaçlarının gölgesinde yükselen Teos Antik Kenti de sanatçıları, bilim insanları, tarihte iz bırakmış önemli kişileri ve elbette sıradan sakinleri ile tüm bu sorular üzerinde düşündüren bir kent. Teos’u adım adım dolaşırken Karacaoğlan’ın mısraları ve Kafadar’ın sözleri dönüp durdu zihnimde.

3 Temmuz 2022 Pazar

Stratonikeia: Birbirine Açılan Kapılar

Anadolu’nun yerli halkı Karialılar ve Leleglerin kenti Stratonikeia, Helenistik Dönem’den günümüze, “yaşayan” bir yer oldu. Kente binlerce yıl önce olduğu gibi, Zeus ve Hekate’ye adanmış iki kutsal alandan gelen yolların ulaştığı kapıdan girdiğinizde farklı dönemlerin iç içe geçip kaynaştığı, kapıları birbirine açılan farklı kültürlerin izlerinin bulunduğu bir yerleşime adım atmış olursunuz. Kâh bir Osmanlı camiinin ahşap kapısından içeri girer, kâh meclis binasının duvarında Grekçe, Latince ve Osmanlıca yazıları yan yana görürsünüz.


https://www.milliyet.com.tr/tatil/arkeoloji/birbirine-acilan-kapilar-6776009


Patara: Kumlarından Doğan Kent

Muhteşem bir halicin kıyısında kurulan Patara, limanın ağzı kumla dolup kapanana kadar Ksanthos Vadisi’nin dünyaya açılan kapısıydı. 30 yılı aşkın bir süredir devam eden kazılarla Lykia ve dolayısı ile Anadolu tarihini aydınlatan Patara’da, yıkıntıları toprağın ve kumun altında kaybolan birçok önemli yapı bugün yeniden ayakta.

https://www.milliyet.com.tr/tatil/arkeoloji/kumlarindan-dogan-kent-6739852




22 Mart 2022 Salı

Tarihe Mührünü Vuran Kadın: Hitit Kraliçesi Puduhepa


En eski yazılı anlaşmalardan biri olan Kadeş Antlaşması’nda, Anadolu’nun en güçlü kadın figürlerinden Kraliçe Puduhepa’nın da mührü bulunuyor.


23 Şubat 2022 Çarşamba

Tarih ve Edebiyatın Sevimli Özneleri: Tanrı Kedilerden Merhum Pisiye

Bugün evlerimizde, sokaklarımızda mağrur bir tavırla gezip dolaşan sevimli dostlarımız kediler, bir zamanlar tanrı olarak görülüyordu. İnsanoğluyla ilişkisinde oldukça ilginç bir tarihe sahip olan kedilerin edebiyattaki yansıması da çok renkli 




İnsanoğlunun hayvanlarla ilişkisinin bir zamanlar yalnızca maddi çıkara dayandığı, evcilleştirmenin de bu şekilde başladığı söylenebilir. Bugün ise kedi, köpek gibi evcil hayvanlarla ilişkimiz özellikle de kent yaşamında böyle bir çıkar ilişkisinin çok uzağında. Tek isteğimiz onlar için güvenli bir yuva ve karınlarını doyurabilecekleri yiyecekler temin edip sevgi verdikten sonra biraz da sevgi görmek. Ancak kedilerle ilişkimizin böyle yürümediği malum. Onlardan tek beklentimiz kendileri için temin ettiğimiz yiyeceklerle karınlarını doyurup lütfettiklerinde de biraz sevebilmemize izin vermeleri! Yine de yaramazlıkları, mırlamaları, gurlamaları, bizi güldüren oyunları, kendilerini sevdirmek istediklerindeki tavırları, kibirleri ve masumiyetleriyle evlerimizin baş köşesindeler.

Evcil kedilerin ilk olarak 9 bin yıl önce Yakın Doğu ve Mısır'da ortaya çıktığı düşünülüyor. Bu kedilerin atalarının Avrupa vahşi kedisi ya da Afrika vahşi kedisi olma ihtimali yüksek. Daha düşük ihtimalli bir diğer görüş ise orman kedisinin, evcil kedilerin atası olduğu yönünde. Evcil kedilerin Avrupa'ya yayılışının Roma Dönemi'nde olduğu biliniyor. Araştırmacılar, Vikinglerin de kedileri, deniz ticaret yolları üzerinden daha uzak noktalara taşıdığını söylüyor.

Nasıl evcilleştiler?

Kedi ve insan, kuvvetle muhtemel tarıma geçişe bağlı olarak yakınlaştı. Avcılık ve toplayıcılığın ardından kendi yiyeceklerini kendileri üretmeye başlayan atalarımız, hasat ettikleri tahıllar sayesinde fare gibi kemirgenler için bulunmaz bir ziyafet sunmaya başlamıştı. İnsanoğlunun yetiştirdiği tarımsal ürünlere ortak olan kemirgenler, insanlar tarafından bir araya toplanmış yiyeceklere zahmetsizce ulaşabiliyordu. Ama onların bu zahmetsiz beslenmesi, onları avlayarak beslenen diğer hayvanlar için de ziyafet demekti. Farelerin, insanların yaşadığı bölgelerde yoğunlaşmasını fırsat bilen kediler de böylece insana yaklaşmış olmalı. İnsanoğlunun da kârlı çıktığı bu ilişki, ilk evcilleştirilen hayvan olan köpeklerin aksine insanın çabasından bağımsız, kedilerin arzusuyla ortaya çıkmışa benziyor. Bu başlangıç, günümüzdeki kedi-insan ilişkisine de sirayet etmiş gibi görünüyor. Bugün de evlerimizde bile bizlerden bağımsız, başlarına buyruk şekilde, sanki biz onları değil de onlar bizi sahiplenmiş gibi yaşamaya devam ediyorlar.

Tanrıça Bastet

Kedilerin, kendi evimizde bizi misafir konumuna düşüren kudreti, belki de Antik Mısırlıların bu hayvanlara fazla yüz verip onları tanrılaştırmasından ileri geliyordur. Hâlâ o günlerin hatıraları ve özlemiyle yaşıyor olabilirler! Mısır mitolojisinde Güneş tanrısı Ra'nın kızı olan tanrıça Bastet, kedi formunda çıkar karşımıza. M.Ö. 2800'lerde Bastet dişi bir aslan görünümündeyken (neticede o da bir kedidir) M.Ö. 900'lü yıllardan sonra evcil kediye dönüşmüş. Antik Mısır'da kedilerin hem koruyucu ve sadık hem de saldırgan ve bağımsız olabilmeleri, "tanrısal" bir özellik olarak görülmüş.

Mısır'da çok sayıda mumyalanmış kedi de bulunuyor. Ancak bu "sevgi"nin başka bir tezahürü daha var. Eski Mısırlıların, ölüleriyle birlikte gömmek için özel olarak yavru kedi yetiştirip kurban ettikleri de biliniyor.

Antik Yunan'da, Mısır'daki gibi özel bir konumu yok kedilerin. Yalnızca Artemis'in, bazen kediye dönüştüğünü görürüz.

"Gazi kedi"ye ağıt

Kedilerin tarihi kadar edebiyatı da renklidir. Bugün şehirlerimizin ayrılmaz bir parçası olan ve tarihte de İstanbul sokaklarında gezen Batılı seyyahları şaşırtan kedilere, Klasik Türk Edebiyatı'ndan Evliya Çelebi Seyahatnamesi'ne, modern şiirden öykülere kadar pek çok alanda ilginç biçimlerde rastlarız. Örneğin 16. yüzyılda bir kedi, divan şiirinde ölenlerin ardından yazılan "mersiye" türündeki şiirin konusu bile olmuştur. Meâlî mahlaslı şair, "Mersiye-i Gürbe" yani "kedi mersiyesi" olarak adlandırılan, bir görüşe göre ise "hiciv" olan bu şiirde fiziksel özelliklerini, cesurluğunu, avcılığını mizahî bir şekilde, abartılı bir dille övdüğü kedisinin "dindarlığı"ndan bile söz eder. Meâlî'ye göre kedisi, "nice kafir fare öldürmüş bir gazi"dir, her sabah kalkıp elini yüzünü yıkayacak kadar temizdir. "Çıkdun elden n'edelüm ansızun eyvâh pisi" mısraı ile başlayan ve kedinin öve öve bitirilemeyen özelliklerinin sayıldığı şiirde her kıta, kedinin ölümünden duyulan acıyı anlatan aynı mısra ile biter: "N'edelüm âh pisi n'eyleyelüm âh pisi."

18. yüzyılda Ebubekir Kânî'nin kedinin ağzından yazdığı "Hirre-name" adıyla bilinen mektupta ise evden kaçan "Pamuk kızı Tekir" isimli kedi, sahibinden özür diler. Tabii bu metin, ast-üst ilişkisinde itaate ilişkin bir sembol olarak görülebilir.

Fikret'in Zerrişte'si

Edebiyatımızın en ünlü kedilerinden biri de şüphesiz Tevfik Fikret'in Zerrişte'sidir. "'Yaz aşkına dair' dediniz... İşte: Çocukken / Gâyet afacan bir kedi sevdim ki elimden / Bir lahza bırakmazdım; uyurken kucağımda..." diye başlayan şiirde Tevfik Fikret, bütün sevdiklerinde bu kedinin değişen ruh hallerini, hırçın simasını gördüğünü anlatır. Beşir Ayvazoğlu, Fikret'in gerçekten Zerrişte isimli bir kedisinin olup olmadığının, kedileri sevip sevmediğinin ise farklı tanıklıklara göre şüpheli olduğunu söyler.

Nurullah Ataç ise şiirlerinde yoğun olarak Farsça ve Arapça kelimeler kullanmasıyla bilinen Fikret'in kediye Farsça "altın ip" anlamına gelen Zerrişte ismini vermesiyle alay eder: "Kediye koyduğu ada da bakın: 'Zerrişte'... İlle 'Pamuk, Mestan, Sarman, Zertop' desin demiyorum, başka adlar da olur. Ama 'Zerrişte' nasıl olur? Bir deneyin: 'Gel, pisi pisi, Zerrişte...'"

Kedi sevmek

Bin yıllar önce karşılıklı bir maddi fayda ile başlayan kedi-insan ilişkisi bugün insanın sevme-sevilme ihtiyacının bir sonucu olarak devam ediyor gibi. Ahmet Haşim, "insandan kaçan muhabbetin ilticagâhı"nın kedi olabileceğini söyler. Kedi denildiğinde akla gelen ilk yazarlardan Bilge Karasu ise şöyle der: "Kedi sevmek, kedinin kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir. (...) Kedi, verdiği azrak mutlulukların ne ölçüde bilincindedir, bilemem ama, biz bu mutlulukların azraklığı ölçüsünde kölesi oluveririz onun."

20 Şubat 2022 Pazar

Bir Feyyaz Yiğit Portresi: Absürt Mizahın Yeni Kültü

 Son dönemde Gibi dizisiyle büyük beğeni toplayan Feyyaz Yiğit, skeçleri, şarkıları, filmleri, kitapları, dizileriyle 10 yıldır hayatımızda. Feyyaz Yiğit'in ve mizahının yolculuğuna dair bir yazı....




Tarihçiler "Silinen İsimleri" Tartışıyor

OTSA ödüllerinden Mehmed Fuad Köprülü ve Halide Edip Adıvar'ın isimlerinin silinmesine dair tartışmalar, bu iki isimle birlikte Ömer Lütfi Barkan ve Sydney N. Fisher'ın adlarının da kaldırılmasıyla sonuçlandı. Tartışılan bu süreci, OTSA Başkanı Tezcan, Evrim Binbaş ve Doğan Gürpınar'la konuştum.

https://www.milliyet.com.tr/kultur-sanat/tarihciler-silinen-isimleri-tartisiyor-6703894




19 Aralık 2021 Pazar

Doğanın Döngüsüyle Zamanı Bölmek: Takvimin Tarihi

Zamanı bölümlere ayırarak doğanın devinimi karşısında öngörüde bulunma isteğinden doğan takvimler, bir yandan "tarihi" kaydederken bir yandan da ilginç serüvenleriyle tarihin konusu haline gelmeyi hak ediyor. 


Bir yılın daha sonuna yaklaşıyoruz. Artık neredeyse "duygusal ve nostaljik bir imge"den ibaret olan "takvim yaprakları"nı, bir duvar takviminde gün gün değilse bile bir masa takviminde ay ay çevirenlerdenseniz eğer, bu gerçeği ellerinizle dokunacak kadar somut hissediyorsunuzdur.
Gazetede, masamda duran takvimin son sayfasını da çevirdim bu ayın başında. 12 ayın sonunda dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: Yeni bir ocak ayına. Atalarımız, bu bitmek tükenmek bilmeyen döngüyü ilk fark ettiklerinde ne kadar şaşırmışlardır kim bilir? Takvimin döngüsünü değil elbette. Dünyanın, doğanın, zamanın, yıllar sonra takvimle "düzenlenip" kayıt altına alınacak döngüsünü. Zaten takvim kelimesi, tam olarak buradan türemiş. Doğrultmak, düzeltmek, tanzim etmek, kıymetini belirlemek anlamlarından... 

İskoçya'daki keşif

Atalarımızın, yaklaşık 10 bin yıl önce bu döngünün farkına vardığını düşünüyor arkeologlar. Farkına varmaları daha eskidir muhtemelen ama elimizdeki bulgular, bu farkındalığın 10 bin yıl önce İskoçya'da bir tür takvime çevrildiğini söylüyor. 2004 yılında İskoçya'nın Aberdeenshire bölgesindeki kazılarda Ay'ın hareketlerini gösterdiği ve dolayısı ile kamerî ayları izlemeye yaradığı düşünülen 12 oyuk buldu araştırmacılar. M.Ö. 8000'li yıllarda İskoçya'da yaşamış avcı-toplayıcı atalarımızın, bu sistem sayesinde yılın hangi döneminde hangi besinleri bulabileceklerine ilişkin son derece "hayatî" bir bilgiye ulaştığı düşünülüyor. 

Mısırlıların takvimi

Mısırlıların, günümüzden yaklaşık 5 bin yıl önce doğanın döngüsünü kaydetme isteğinin altında yatan sebep de İskoçya'daki avcı-toplayıcı insan topluluklarınınkine benziyordu. Çok önemli bir farkla tabii. Mısırlılar, doğadan topladıkları, avladıkları besinlerin yerine kendi yetiştirdikleri ürünlerin selâmetini düşünüyorlardı. Nil Nehri'nin sularının taşma periyoduna göre tarım yapan Mısırlıların takvimi, tarım ve dolayısı ile Nil ile bağlantılı üç mevsimden oluşuyordu. Taşma dönemini önceden tahmin ettiklerinde ekim ve hasat zamanlarını da belirleyebiliyorlardı. 
Mısırlıların takvimi, Ay'ın değil, Dünya'nın Güneş etrafındaki tam turunu baz alıyordu. Yani bir "güneş takvimi" idi. Bu takvimde bir yıl, otuzar günden oluşan on iki ay ve her yılında sonuna eklenen beş gün ile birlikte 365 günden oluşuyordu. 

Sümerlerin etkisi

Sümerlerin geliştirdiği ay takviminde ise bir yıl, 29 günlük beş ay ve 30 günlük yedi aydan müteşekkildi. Güneş yılına göre eksik kalan 10 gün nedeniyle her üç yılda bir 30 günlük bir ay daha ekleniyordu takvime. Sümerlerin aylara verdiği isimlerden bazıları da bugün hâlâ varlığını sürdürüyor. "Şubat"ın kökeni olan "şubatu" ile "temmuz"un kökeni olan "tammuz/dumuzi" (Milliyet Arkeoloji'nin geçmiş sayılarında ele almıştık) bu aylardan bazıları. 

Kıyamet kopmadı!

Çağımızda en dikkat çeken takvimlerden biri, şüphesiz, sansasyonel haberlere konu olan Maya takvimiydi. 2012'de sona erdiği için o dönemde "kıyamet" senaryoları ile gündeme gelen takvimin son günü 9 yıl önce yaşansa da zaman akmaya devam ediyor. Maya takvimi, 20 günlük 13 aydan oluşuyordu. Yani 260 günlük bir döngü üzerine kuruluydu. Ancak Mayaların 365 günlük bir güneş yılını da dikkate aldıkları biliniyor. Ayrıca Mayaların 360 günlük 20 yıldan oluşan bir döngüsü daha vardı. Bu döngünün sürekli tekrar ettiğine ve her döngüde aynı şeylerin yaşanacağına inanıyorlardı.

12 hayvanlı takvim

12 hayvanlı Türk takvimi de ilginç bir döngüyü takip eder. Orta ve Uzak Doğu Asya’da yaygın olarak kullanılan bu takvimde hayvan adlarıyla anılan on iki yıllık süreler esastır. Yıllar sıçan, öküz, pars, yılan, maymun, köpek gibi hayvanlarla isimlendirilir. Ancak bu takvim sisteminde yıl sayısı bulunmaz. 

Unutulan bir tür

Dünyanın ve doğanın ritmini kontrol etme isteğinden kaynaklanan bu takvimlerin yanı sıra edebiyat tarihinde bugün pek bilinmeyen bir takvim daha yer alır: Mizahî takvimler.
Osmanlı Devleti'nde takvim hazırlama işi "yıldız ilmi"ne vakıf müneccimlerin göreviydi. Osmanlı sarayında görevli müneccimbaşı ve yardımcıları, her yıl iki takvim hazırlardı. Biri senenin ay ve günlerini gösteren alışıldık bir takvim, diğeri ise yıl içinde meydana gelecek olaylar hakkındaki tahminlerin, yapılması uygun olan ya da olmayan işlerin yazıldığı bir "ahkâm" takvimi. Bu takvimde devlet yöneticileri ile çeşitli meslek gruplarından insanlar ve aylar hakkında hükümler bulunurdu. 15. yüzyıldan itibaren bu tür takvimlerin mizahî olanlarının da kaleme alındığı biliniyor. Farklı mesleki ve toplumsal grupların yıl içinde başlarına gelecek olan olayları hicivden, kinayeden, mecazdan faydalanarak ve bazen de müstehcen ifadelere başvurarak anlatan bu mizahî takvimlerin üç farklı örneğinin bulunduğu kayıt altına alınmıştır. Ancak yalnızca 17. yüzyılda Küfrî-i Bahâyiî tarafından kaleme alınan takvim günümüze ulaşmıştır.
Tarihi kaydeden takvimlerin tarihine hızlıca göz attık. 1926'dan bu yana resmen kullandığımız "beynelminel takvim"in 2021. yılını geride bırakırken, takvim yapraklarının -yazının başında bahsettiğim- "duygusal imge"sine geri dönüp bir Sezen Aksu şarkısına kulak verelim: "Yıllar mı hızlandı yoksa / Ne çabuk geçiyor upuzun günler, geceler / (...) Hangi ara koptu yaprak yaprak takvimler?" Ya da belki de en iyisi zamanı takvimlerle bölmeyi bırakıp  Bergson'un, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dilinde "yekpâre, geniş bir ana"a dönüşen devamlı akış halindeki parçalanamaz zamanına dalmaktır.


Milliyet Arkeoloji, 9. sayı




21 Kasım 2021 Pazar

Hikâyenin Değeri

Müzede sergilenen bir eserin değerinin nereden kaynaklandığı sorusu, bizi o eserin taşıdığı hikâyeye götürür

Bir şeyin kopyası, orijinalinden daha iyi olabilir mi? Kopyanın bir değeri var mıdır? Müzede sergilenen bir sanat eserinin ya da tarihî eserin değeri nereden gelir? Bir filmle başlayan bu soruların yanıtı üzerine kafa yorarken kendimi Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı romanına yeniden göz atıp Şeyh Gâlib ve Roland Barthes'ı hatırlarken buldum.

İran sinemasının önemli isimlerinden Abbas Kiyarüstemi'nin İtalya'da çektiği Copie Conforme (2010), İngiliz bir yazar ile sanat galerisi sahibi bir Fransız'ın tuhaf "aşk" hikâyesini anlatıyor. Bu cümle bir açıdan filmi özetlemek için ideal gibi dururken bir açıdan da neredeyse tamamen yanlış. Zira bu aşk hikâyesini tuhaflaştıran, William Shimell tarafından canlandırılan James Miller isimli yazar karakterinin kitabında tartıştığı fikirlerin filmin tamamına sinmesi ve hatta bu fikirlerin bizzat filmin ana hikâyesine dönüşmesidir.

Kitabının İtalyanca çevirisinin gördüğü ilgi üzerine İtalya'ya gelip bir konuşma yapan Miller, kitabı yazarken tek bir amacı olduğunu söyler; kopyanın kendi içinde değerli olduğunu göstermek. Hatta filmle aynı ismi taşıyan kitabının alt başlığı da "Kopyası Orijinalinden Daha İyi"dir.

Miller'ın da söylediği gibi orijinal kelimesinin kökü, Latince "doğmak" anlamına da gelen "oriri"dir. Ona göre bu durum, her bir insanın aslında "atalarının DNA replikaları" olması nedeniyle anlamlıdır ve kopyanın değerine ilişkin tartışma, insanın kendisini anlaması açısından da faydalı olacaktır.

Orijinal Kopya

Juliette Binoche'un canlandırdığı Elle ile Miller'ın Güney Toscana'da çıktıkları kısa bir yolculuk, onları bir müzede sergilenen "Orijinal Kopya" isimli resme götürür. Roma Dönemi'ne ait olduğu düşünülen bu resmin 18. yüzyılda aslından kopyalandığı yüz yıldan fazla bir süre sergilendikten sonra fark edilmiş fakat eser, müzeden kaldırılmak yerine bu bilgilerle birlikte sergilenmeye devam etmiştir.

Orijinal-kopya, sahte-gerçek meselesi filmde yalnızca sanatsal ve tarihî eserler üzerinden anlatılmaz. Kendimizi birden romantik bir ilişki bağlamında, hakikat ile kurmacanın, orijinal ile kopyanın, taklit ile aslın birbirine karıştığı bir hikâyenin içinde buluruz.

Orijinallik, bir yönüyle "birey"le ilgilidir, biricik olmaya yapılan bir vurgudur. Karşısında da kolektiflik ve anonimlik bulunur. Orhan Pamuk da Benim Adım Kırmızı'da resim ve minyatür üzerinden Doğu ve Batı'yı karşılaştırırken bu meseleyi tartışır. Bu noktada edebiyat eleştirmeni Roland Barthes'ın, kudretli "yazar"ı kurmaca metinlerin merkezinden kaldırıp atması gelir akla. Zira ona göre metni oluşturan kişinin yaptığı şey, parçaları toplumdan bilinçli ya da bilinçsiz olarak alıp düzenlemekten ibarettir. Dolayısı ile orijinal diye bir şey zaten yoktur. Her şey birbirinin kopyasıdır.

Hikâyeye sahip olmak

Peki o halde bir eseri manen ya da maddeten değerli kılan nedir? Hakikî, özgün, biricik olması mı? Öyleyse Orijinal Kopya isimli resim, neden hâlâ müzededir? Neden Elle ile Miller'ın "oyun"u, gerçeğinden bile güzeldir? Bu soruların cevabı olsa olsa "bir hikâyeye sahip olmak" olabilir. Bir şeyi değerli kılan taşıdığı hikâyedir. Herhangi bir müzede bir taş parçasını, birkaç adım sonra sergilenen altın bir kap kadar değerli kılan da budur. Orijinal Kopya da anlatılmaya değer bir hikâyesi olduğu için oradadır. Hem bir eser, bir diğerinden kopyalansa ne çıkar? Şeyh Gâlib, "Çaldımsa da mîrî malı çaldım" diyeli 200 seneyi geçti

 


24 Ekim 2021 Pazar

Cem'in Kadehi Dionysos'un Elinde



 "Câm-ı Cem nûş eyle iy Cem, bu Frengistândur
Her kulun başına yazılan gelür, devrândur."

"Esdi nesîm-i nevbahâr açıldı güller subh dem
Açsın bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem"

Taht kavgası nedeniyle ömrünü yurdundan uzakta geçiren Sultan Cem'e ait ilk beyit. "Ey Cem, Cem'in kadehini iç, burası Frenk memleketidir. Her kulun başına yazılan gelir" diyor, Avrupa’da esaret altında geçirdiği hayatı için teselli bulmak isterken.

İkinci beyit ise divan şiirinin hicvetmekten geri duramayan, dilini bir türlü tutamadığı için IV. Murad tarafından ölümle cezalandırılan büyük şairlerinden Nef'î'nin... Türk Sanat Müziği dinleyenler, bu beyti Hacı Arif Bey'in rast makamındaki bestesiyle Münir Nurettin Selçuk'un, Bekir Sıdkı Sezgin'in ya da Zeki Müren'in sesinden de duymuşlardır. İlkbahar rüzgârının estiğini, sabah vakti güllerin açıldığını söyleyerek "sâki"ye sesleniyor Nef'î: "Cem'in kadehini sun ki bizim de gönlümüz açılsın."

Şarabın mucidi

Bazı efsanelere göre şarabın mucidi İran Hükümdarı Cem; bir diğer ifadeyle Cemşid'dir. Cem, günlerden bir gün havada ayaklarına yılan sarılmış bir kuş görmüş, derler. Emir vermiş okçularına kuşu yaralamadan yılanı öldürmeleri için. Okçular denileni yapıp kurtarmışlar kuşu. Kuş da bu iyiliği karşılıksız bırakmamış, birkaç tohum getirmiş Cem'e. Tohumlar ekilip üzüm olmuş, üzüm ezilip şarap. Yedi köşeli bir kadeh (câm) yaptırmış Cem. Şarabı çevresindekilere kabiliyetlerine göre bu kadehin bir köşesinden sunarmış.

"Câm-ı Cem" (Cem'in kadehi), içine bakıldığında dünyada olup biten her şeyin görüldüğüne inanılan bir kadehtir aynı zamanda. Üzerinde yedi çizgi bulunur. Dudağın değdiği kısma yakın olan "eziyet çizgisi"ne kadar içilen şarap insanı yıkar. Bu efsaneye dair göndermeler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi divan edebiyatında sıklıkla kullanılan motiflerdendir. Şarap hem gerçek anlamında hem de tasavvufî olarak sembolik anlamlarda coşkunluğun, şevkin, kendinden geçmenin, aşkın, sevgilinin dudağının simgesi olmuştur divan şiirinde.

Batı'ya taşındı

Şarabın Doğu'da başlayan bu edebî yolculuğu (şarabın bizzat ortaya çıkış noktası da burasıdır) Yunan mitolojisinde de benzer anlamları ihtiva edip benzer bir simgeler dünyasını taşıyarak Dionysos aracılığı ile Batı'ya uzanır. 

"İşte ben, Zeus'un oğlu Dionysos, Kadmos'un kızı Semele'nin yıldırım dolu şimşekler içinde doğurduğu tanrı..." Antik Yunan'ın büyük şairlerinden Euripides'in bir oyununda böyle çıkar sahneye şarabın, coşkunluğun ve bereketin simgesi Dionysos... Dediği gibi Zeus'un oğludur. Annesi Semele, Zeus'un yıldırımlarıyla ölmüş, Zeus, Semele'nin karnındaki yedi aylık bebeği bir yarık açarak baldırına koymuş ve böylece Dionysos doğmuştur. Azra Erhat'a göre bu doğum şekli, Dionysos'un dışarıdan, doğudan, Anadolu'dan (Lidya-Frigya) geldiğinin, "Yunan mitolojisi evreni"ne başka bir kültürden ithal edilmiş yabancı bir kült olarak dâhil olduğunun işaretlerindendir. Bu doğum sayesinde Zeus'la arasında bir bağ kurulur ve dış dünyadan içeriye alınır. (Dionysos kültünün asıl kaynağının Traklar olduğu da söylenir.)

Derler ki Dionysos, uzak diyarlarda gezip dolaştıktan sonra asma kütüğü ve şarapla Yunan topraklarına dönmüştür. İnsanı doğanın sırlarına ve gücüne eriştirmek yani aslında bir manada tanrılaştırmak, tanrıyla birleştirmek için şarabı ve sarhoşluğu kullanır. Böylelikle insanın, bilinç dışı ve bilinçaltına ulaşmasını sağlar. 

Şenliklerin ortaya çıkışı

M.Ö. 6.-7. yüzyılarda Atina'da güçleri artan tüccar sınıfı ile yönetici sınıf olan soylular arasındaki iktidar çatışmasında "inanç kaynağı" olarak bir çıkış yolu oldu Dionysos tüccarlar adına. Soylular, köylüler üzerinde dinî olarak çok etkili olan Zeus ve Apollon törenlerini ellerinde tutuyordu. Bu da köylülerin kendi taraflarında, onlara bağlı kalmalarındaki önemli etkenlerden biriydi. Zira şenlikler, törenler, bayramlar sıradan eğlenceler değil bir toplumsal düzenin ve bu düzenin ilişkilerinin önemli sembolleridir. Günümüzde de olduğu gibi düzenleyenler/sponsorlar için bir halkla ilişkiler faaliyetidir. Bu nedenle Atina'daki tüccarlar da Zeus ve Apollon törenlerine "rakip" olarak halkın sevdiği Dionysos adına üzüm hasadı/bağ bozumu dönemleriyle ilişkili şenlikler düzenlemeye başladı. Böylece dinî motivasyonlarla düzenlenen şenlikler, törenler arasında coşkun bir eğlencenin öne çıktığı yeni bir şenlik doğdu.

Dionysos şenlikleri, yılın tek bir döneminde yapılmıyordu. Törenler aralık ayında kırsalda başlıyor; Bağ Bozumu Şenliği (Küçük Dionysia), Üzüm Sıkma/Bereket Şenliği (Lenaea), Toplum Şenliği (Anthesteria) ve Büyük Dionysia/Atina Şenliği olarak nisan ayına kadar aşama aşama ve kırdan kente doğru uzanarak sürüyordu. 

Tiyatronun kökeni

Şenliklerin finali olan "Büyük Dionysia"da Akropolis'in eteğindeki Dionysos tiyatrosuna rahipler tarafından tanrıyı simgeleyen bir heykel taşınırdı. Geceleri çıralar yakılarak bu heykelin başında nöbet tutulur, bir sonraki gün yarışma çerçevesinde danslar sergilenir, korolar sahneye çıkardı. Şenliklerde Dionysos'a dair "dithyrambos" adı verilen şiirler/ilahiler okunurdu. Müzik, oyun ve şiirin birleştiği bir performans olan -aynı zamanda Dionysos'un isimlerinden biridir- "dithyrambos", bu özelliğiyle Antik Yunan tiyatrosunun da kaynağı sayılır.

"Çılgın" eğlenceler

Dionysos şenlikleri, "çılgın" eğlenceler olarak tanımlanır. Farklı dönemlerde, farklı toplumlarda da görülen bu türden eğlencelerin en önemli işlevi toplumsal hayatın kurallarının, normların, yasakların, hiyerarşik düzenin geçici olarak yok sayılmasıdır. Ancak bu kuralsızlığın da aslında geçici bir süre için toplumsal bir norm olarak ortaya çıkmış bir "kural" olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. 

Bu şenliklerde halk, gündelik hayatın aksine sınırsızca yiyip içer, ölçüsüz bir sarhoşlukla kendinden geçer, dilediği gibi davranırdı. Bu hâl kısa bir süreliğine de olsa onlara kural dışı bir dünyanın kapılarını açardı. Şenliklere katılanlar taşkınlıklar, aşırılıklarla aslında -yukarıda da belirttiğim gibi- tanrılaşırdı; tanrılara, bilinç dışına ulaşırdı. 

İnsan bu şekilde diğer yüzünü, karanlık tarafını görürken aynı zamanda "yaratıcı bir güce" erişir. Yeniden Erhat'a kulak verelim: "Yaratıcılık insanın doğaya bir başka türlü coşkuyla karışmasını şart koşar, karanlık güçlerin gizine ermesini. İşte bu gücü de Dionysos, şarap tanrı simgeler." Bu halde tiyatro gibi bir sanatın da bu şenliklerden çıkması sürpriz değildir...

Apollon'un -törenlerinin tüccarların rakibi olan soylular tarafından düzenlendiğini hatırlayalım- düzeni, kuralı, akılsal olanı simgelerken Dionysos'un coşkunluğu, sarhoşluğu, eğlenceyi temsil etmesindeki karşıtlığı da burada vurgulamak gerekir.

Doğu-Batı arasında

Sultan Cem'le başladık, İran Hükümdarı Cem'e ulaştık, Doğu'dan Batı'ya uzandık. Şarabın, coşkunluğun, vecdin peşindeki bu yolculuğu Sultan Cem'in babası, Doğu'nun ve Batı'nın hükümdarı Fatih'le bitirelim: "Çü oldı lâlüne teşbîh cân-fezâ-yi şerâb / Dile ziyâde olur dem-be-dem hevâ-yi şerâb" // "Bahâr oldı vü güller açıldı ey sâkî / Kadeh getür ki bu fasl eyler iktizâ-yi şerâb". (Senin dudağın cana can veren şaraba benzetildiğinden gönüldeki şarap arzusu her an artıyor. Ey sâki, bahar oldu ve güller açıldı. Kadeh getir çünkü bu mevsim şarap içmeyi gerektirir.)



Milliyet Arkeoloji 7. sayı