27 Ocak 2013 Pazar

Yazının Mahremiyeti



Tutunamayanlar'da Selim "Aklımdan geçenleri yazmaya cesaret edemiyorum." der. Selim'e hak veriyorum. Pek çok zaman ben de aklımdan geçenleri yazmaya cesaret edemem. Üstelik yalnız olmadığımı da biliyorum. Çünkü yazının, şair ve yazarların, ellerinde bir dizginle kontrol edebilecekleri bir şey olmadığını, yazarken içimizde gizlediğimiz şeyleri istesek de istemesek de ortaya döktüğümüzü, yazıya dizginlerle oturanların bile en mahrem fikirlerinin fark etmeden satır aralarına sızdığını söyleyenlerle defalarca karşılaştım.

Beynin kıvrımlı bir görüntüye sahip olması bana her zaman ilginç gelmiştir: Sanki sakladığımız bunca şey o labirent görünümlü kıvrımların arasındadır. Yazmak da kıvrımların arasında sıkı sıkıya hapsettiğimiz, bizi hüzünlendiren, canımızı acıtan, birilerinin duymasından tıpkı çocukken suçüstü yakalandığımız yaramazlıklarda hissettiğimiz bir utançla korkutan tüm hatıraları, düşünceleri potansiyel olarak milyarlarca insanlarla paylaşmaktır. Orhan Pamuk bir röportajında kendisine romanlarında yazması için hatıralarını anlatanlardan bahseder. Tabi sonunda insanların zayıf yanlarını gösteren, kötü, acıklı kısımları yazmamasını da söylerlermiş. Oysa Orhan Pamuk'a göre asıl yazılacak olanlar, yazılması gerekenler de bunlardır. Edebiyat, insanların zayıf yanlarını, kötü, acıklı durumları, insanın kendisi ve çevresi ile kurduğu ilişkilerde kendisine bile itiraf edemediği şeyleri ortaya serer. Zaten bu yüzden okur insanlar. Yazar, hayatındaki şeyleri yorumlayabilen kişidir. Herkes benzer şeyleri yaşar ama yine Orhan Pamuk'un deyişi ile yazar genel düşüncelerle günlük hayat arasında bir ilgi kurar. İnsanlar yaşadıklarını  bir roman, bir öykü, bir şiirle anlamlandırır. Bir şeyi sadece yaşamış olmak anlamlı ve değerli değildir. Onu değerli kılan üzerine düşünmemiz, olup bitenler hakkındaki konuşmalarımızdır. Çünkü bunlar, yaşadıklarımızı bir yere koyar, o yerde daha güzel durur her şey, anlamı, etrafındaki kalabalıktan kurtulduğu için daha belirgin bir hale gelir böylece.

Ercan Kesal'in köşe yazılarını düşünelim. Anlattıkları herkesin yaşadığı şeyler belki de. Ama Kesal, köşe yazılarında farklı zamanlarda, birbirinden ilgisiz yerlerde meydana gelen olayları yeni bir yerde toplayıp birbiri ile ilişkilendirdiği için yaşananlar daha anlamlı hale geliyor birden. Hatta bazen yepyeni bir anlama kavuşuyor.

Kara Kitap'ta Celal diye bir karakteri anlatır Orhan Pamuk. Celal, köşe yazarıdır. Ailesi ise Celal'in yazdıklarından rahatsızdır. Çünkü Celal, ailenin bütün kirli çamaşırlarını ortaya döker yazılarında. Neyse ki bunları gerçek ismi ile yapmadığı için ailesi biraz olsun rahattır. Kendi hayatlarını gazeteden okuduklarında çoğu zaman beğenmezler de. Gerçeklerin hiç de anlatıldığı gibi olmadığını düşünürler. Zaten Pamuk da romanlarında kendisinden bahsedilmesini isteyenlerin, kendilerini okuduklarında çoğu zaman memnun olmadığını anlatır. İnsanlar zaaflarının ortaya serilmesinden hoşlanmaz çünkü.

Kürk Mantolu Madonna'da Raif, bir zamanlar yazılar, şiirler yazmaya kalkıştığından bahseder. Hemen ardından gelen cümle ise şudur: "İçimdekileri herhangi şekilde olursa olsun dışarıya vurmak korkusu, bu manasız ve lüzumsuz ürkeklik yazı yazmama mâniydi." Bu yüzden yazıyı bırakır, resim yapmaya devam eder. Ona göre resim dışarıyı bir kağıda aksettirmekten, bir aracılıktan ibarettir. Ancak resmin de böyle olmadığını anlar bir süre sonra. Resim de yazıdan farklı değildir bu konuda, onun da "bir iç ifadesi olduğunu" öğrenir. "Evde veya atölyede karaladığım şeyler arasından ancak en manasızlarını gösterebiliyor, bana dair herhangi bir şey ifade eden, içinde benden herhangi bir şey bulunan resimleri büyük bir titizlikle saklıyor ve ortaya çıkarmaktan utanıyordum. Bunlar tesadüfen birinin eline geçse, çıplak ve mahrem bir halde yakalanmış bir kadın gibi şaşırıyor, kıpkırmızı oluyor ve kaçıyordum."

Yazmak, insanın içini açmasıdır. Tıpkı Sabahattin Ali'nin dediği gibi çıplak kalmaktan hiçbir farkı yoktur. Her anlatının içinde mutlaka otobiyografik izler vardır. Anlatıcının, yazarın kendisi olup olmaması ile ilgili değil bu. Erkek bir yazar, hikâyesini kadın bir anlatıcının ağzından da anlatabilir ama o kadın da gördüğü, tanıdığı bir kadındır yine.

Çoğu zaman bizi etkileyen şeyleri yazarız, geçmişten bir anı, içimizde büyüttüğümüz bir korku, özlediğimiz şeyler, nefret ettiklerimiz ya da şimdiye, geleceğe dair bir umut, bir fikir. Birine korkularımızı, hatta tüm sevinçlerimizi bile anlatamazken herkesin okuyabileceği bir metinde bunlardan bahsetmek Raif'in ve Selim'in düşündüğü gibi düşünmemekle mümkün oluyor galiba. Utançlarımızı kamuya aşikar etmek, tüm suçlarımızı, günahlarımızı, kendimizden bile sakladıklarımızı, en zayıf yanlarımızı okurla paylaşmak, bir yazarın her şeyden evvel cesur olması gerektiğini gösteriyor bize. Bu nasıl olsa bir roman, işte sonuçta hepsi "hikâye", diyebilme rahatlığı ile yazıyor olma ihtimalimiz de yok değil. Ama en iyi  metinler pek çok zaman hatıralardan neşet eder. Okur metindeki kişiselliği bir şekilde seziyor bence, belki de yoğunluğundan. Bir şeyi yoğunlaştırmak, yavaşlatmak için lazım olan en önemli şey ise "yaşamak"tır.

Okura beynimizin, kalbimizin kıvrımlarında sakladıklarımızı açarak, ona güvenimizi gösteriyoruz belki de.  İyi eserler, bu güvenle inşa ediliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder