Benim Adım Kırmızı’daki ‘İmza Meselesi’ne Roland Barthes’ın Olası Cevabı: “Nakkaşın Ölümü!”
Orhan
Pamuk’un Benim Adım Kırmızı[1] romanı 16. yüzyıl İstanbul’unda geçer,
roman kabaca nakkaşlar arasındaki ilişkiler ve buna bağlı gelişen olaylar
üzerinden kurulmuştur. Romanın nerdeyse kahramanlarından biri olarak
minyatürlerden bahsedebiliriz. Doğu kültürüne ait minyatürlerde “Frenk etkisi” nedeni
ile Batı’daki resim sanatına özenilmesi ve bu iki kutup arasındaki mücadele
anlatılır kitapta. Doğu ve Batı’nın birbirine benzeyen ve aynı zamanda
birbirinden çok farklı olan bu iki sanat dalının en çok vurgulanan özellikleri
ise minyatürde nakkaşı öne çıkaracak bir imza ve kişisel bir üslup bulunmazken,
resimde imza ve kişisel üslubun önemli olmasıdır. Kitapta bunun üzerinden Doğu toplumuna
ait anonimlik ya da bir cemaat olma hali ile Batı toplumuna ait bireysellik,
bireycilik meselesi tartışılır.
Kitabın
henüz başlarında, sonradan Zeytin lakaplı nakkaş olduğunu öğrendiğimiz katil,
işlediği cinayetten bahsederken okurların, daha doğru bir ifade ile
muhatabın, kelimelerinden ve
renklerinden yola çıkarak kendisinin kim olduğunu keşfetmeye çalışmasını
istiyor. Ardından da şunu ekliyor: “Bu da bizi şimdi çok revaçta olan üslup
konusuna getiriyor: Nakkaşın kendine ait bir usulü, kendine mahsus bir rengi,
sesi var mıdır, olmalı mıdır?” (25) Bu sorular kitap boyunca tartışılan
meselelerin özeti aslında. Cevaplarına gelince; Enişte gibi olmalı diyenleri de,
nakkaşların çoğunluğu gibi olmamalı diyenleri de görüyoruz romanda. Olmamalı
diyenler bunun “Frenk etkisi” olduğunu söyleyerek, bu özelliklerin Batı’ya ait
olduğunu, kendi geleneklerinde bunun söz konusu olamayacağını savunup bizi ilk
paragrafta ileri sürdüğüm tezdeki temel ayrıma götürür.
Katil,
nakkaşların üstadı Behzat’tan bahsederken, onun imzasını resmin gizli bir
köşesine atmadığını söyler. (26) Çünkü “[ü]slup diye tutturdukları şey, kişisel
bir iz bırakmamıza yol açan bir hatadır yalnızca” (27) Bu fikir, romanda
sıklıkla tekrarlanır. Üslup, sanatçının eserinde bilinçli olarak yarattığı kişisel
iz değildir onlara göre. Kara, Üstat Osman’a “has bir nakkaşı, sıradan bir
nakkaştan ne ayırır?” diye sorunca Üstat Osman nakkaşa ilk olarak Çin ve
Frenklerin etkisi olduğunu belirttiği ‘üslup ve imza’yı soracağını söyler. (73-74)
Buradan da kolaylıkla anlayabiliriz ki hâkim kanıya göre has bir nakkaş bu gibi
şeylerin peşinde koşmamalıdır. Zaten öncesinde de nakkaşın kimliğinin önemli
olmadığını vurgulamıştır Üstat Osman. Kusur, imza, üslup meselesi hakkında başka
bir yorumu da katilin kimliğinin resimlerden tespit edilmesi sırasında görürüz:
Kulakların dikkat edilmediği için herkes tarafından farklı çizildiğin söyleyen
Üstat Osman, bunun “kusur olduğu için her nakkaşta farklı” olduğundan bahseder.
Bir sonraki cümlede ise bu yargıyı, kusur için “Yani bir çeşit imza.” diyerek imza meselesine doğrudan kendisi bağlar.
(292) Görüldüğü gibi gelenekte, bireylere özel ve kopyalanamayacak kadar
kişisel olduğu söylenen imza üzerinden bireysellik karşıtlığı savunulur. Birey
olmanın, dahası herkesten farklı, biricik olmanın sembolüdür imza. Romanda bu
tutum gelenekte kabul görmeyen bir tutum olarak karşımıza çıkar.
Kitabın YKY'den çıkan yeni baskısı. |
Romanda
üsluba sahip çıkıldığı bölümler de
vardır. Fakat buralarda kişisel bir üsluptan bahsedilmediği de açıkça vurgulanır.
Hazine Odası’nda Üstat Osman, Behzat’ın “(…) eski üstatların kusursuzluğuna
ulaştığı zaman, nakşını başka bir nakkaşhanenin ve şahın istekleriyle
karıştırmamak için (…) kendi kendini kör
ettiğini” (368) söyler. Burada aslında bahsedilen, kişisel bir üslup değildir.
Zaten öyle olsa bile resme imza atmadıktan sonra bunun yıllar sonra anlaşılması
güçtür. Bu durum ilerleyen sayfalarda daha net bir biçimde açıklanır: Kara
“Üstat Osman’ın telaşı ise Nakkaşhane’nin üslubunu korumak.” der. (415) Frenk
etkisinde resimler yapmamak için kendini kör etmesi de bundandır. Bir nakkaş
olarak kendi üslubunun değil yine bir cemaat
oluşturan nakkaşhanenin üslubudur söz konusu olan. Kara ileride tekrar “O
sizlerin değil, Osmanlı nakkaşhanesinin bir üslubu olsun istiyordu” diyerek
aynı vurguyu yinelemiş olur. (429)
Bunlar
yalnızca minyatürler üzerinden de ele alınmaz romanda. Kitabın son bölümlerinde
Kara diğer nakkaşlara “Şah’ın kızına aşkını ilan ettiği için Diyarı Çin’e
sürgüne giden mutsuz Türkmen Beyi’nin hikâyesini” anlatır. (452) Bu elbette Kara’nın
kendi hikâyesidir. Ya da tam tersi: Kara’nın hikâyesinin aslının bu hikâye
olması da mümkün. Ama bu bir sorun teşkil etmez zaten. “Bütün masallar,
herkesin masalıdır. İnsanın kendinin değil.” der Kara. Burada da bireysellik
ortadan kaldırılır ve böylece anlatıcı aslında bize romanın kendisine dair de
bir şey söyler: Bu cümle, pek çok eski hikâye içeren bu romanın yazarın kendi
yapıtı olmadığını söyleyeceklere, bir “intihal” iddiasına cevap gibidir. Dahası
bu cümle post-yapısalcıların aslında tüm anlatıların yapısının aynı olduğunu
söylemesini; daha sonra Barthes’ın yazarı öldürüp, bir kurmacada yazılan
şeylerin aslında toplumdan bilinçli ya da bilinçsiz olarak alınıp “yazıcı”
tarafından organize edilmesi ile ortaya çıktığı ve “yazar”da bir muhteşemlik,
bir orijinallik bulunmadığı fikrini hatırlatır. Minyatürdeki durum da bununla
paraleldir, orijinallik, kişisel bir üslup sahibi olmak amaçlanmaz. Minyatürün
sahibi eserinde görünmez. Barthes’ın terimleri ile konuşarak özetleyecek olursak;
minyatüre “çizi”, nakkaşa “çizici” diyerek derecelerini düşürmemiz uygun olur. Bu bakımdan romanda literal olarak bir nakkaş ölümü ile birlikte, Barthes'ın "yazarın ölümü" dediği şey nakkaş için de geçerlidir. Orhan Pamuk'un nakkaşı öldürerek böyle bir göndermeyi düşünmüş olması da ihtimal dahilindedir.
Tüm
bunları göz önüne aldığımızda ise meseleyi edebiyattan daha geniş bir alana
taşırsak Benim Adım Kırmızı’da “kolektif
bir ürün” ile kişisel olduğu söylenen bir ürünün karşılaştırıldığını görürüz.
Bu yalnızca minyatürleri ve resimleri yapanlarla değil, aynı zamanda bunlara konu
olan şeylerle de ilgilidir: Resme bir kişi ya da şey kendisi olarak, bizzat
kendisini temsilen girerken; minyatür doğrudan birini ya da bir şeyi
taklit/temsil etmez. Mesela Batı’da portresini gördüğünüz biriyle
karşılaştığınızda onu tanımanız mümkünken, minyatürde gerçek bir kişinin yerine
çizilmiş bile olsa minyatürde gördüğümüz şey sıradan bir insan figürüdür. Bu
yüzden resim ile minyatürün romandaki ikiliği karşıtlığı, bireyi öne çıkaran
Batı ile cemaati öne çıkaran Doğu’nun mücadelesidir.
[1] Orhan Pamuk, Benim Adım
Kırmızı (İstanbul: İletişim Yayınları, 2012) Kitaptan yapılacak alıntılar parantez
içinde sayfa numaraları ile gösterilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder