Mustafa Kutlu’nun son
kitabı Anadolu Yakası, Anadolu’dan
İstanbul’a okumaya gelmiş yoksul fakat azimli bir çocuğun yıllar sonra özel bir
televizyon kanalına sahip olmasını konu ediniyor. Başka göndermeler içermekle
beraber kitaba adını veren “Anadolu Yakası” bu televizyon kanalının ismi. Kitap,
nehir söyleşi biçiminde yazılmış bir uzun hikâye. Ya da belki “kurmaca bir
nehir söyleşi” demeliyiz bu kitap için. Zira kapağında da “Nehir Söyleşi”
şeklinde tanımlanan kitabın neredeyse tamamı diyaloglardan oluşuyor. Bu
bakımdan Anadolu Yakası bir öyküden çok,
biçim itibari ile bir tiyatro metnini yahut kitabın kapağında da yazdığı üzere
bir söyleşiyi getiriyor akla. Kitapta diyalog harici tasvirler, anlatımlar
nadiren görülüyor.
Biçimi itibari ile
ilginç olarak nitelenebilecek bu kitabın, Kutlu’nun üslubu için iyi bir imkân
sunduğunu söyleyebiliriz. Mustafa Kutlu okurlarının yakından bileceği üzere
Kutlu, konuşma diline yakın bir dille, çok süslü ve sanatlı cümleler kurmadan
anlatır hikâyelerini. “Konuşma diline yakın” ifadesi, bu kitapta tam manası ile
karşılık buluyor hatta biraz eksik bile kalıyor. Kitabın hemen hemen tamamı
diyaloglardan oluştuğu için kitabı okurken iki kişinin karşılıklı sohbetini
dinliyormuş hissine kapılmak mümkün. Kitabın dili ile ilgili bu husus kelimelerin
yazımına da yansımış: Yabancı dilden Türkçeye geçen “kral, film, tren” gibi
kelimeler halkın telaffuz ettiği gibi “kıral, filim, tiren” şeklinde
kullanılmış kitap boyunca.
Anadolu Yakası
fikir ekseninde yazılmış bir kitap. Kitapta hikâyenin akışı içinde birçok sorun
tartışılıyor ve kitabın başkarakteri olan, “Anadolu
Yakası” isimli kanalın sahibi Muzo Gönül aracılığı ile bu sorunlara çözümler
sunuluyor. Ele alınan sorunlara ve çözümlere baktığımızda hikâyede “yazarsal
anlatıcı” ve “yazarsal karakter”in
yardımı ile Mustafa Kutlu’nun fikirlerinin okura aktarıldığını görüyoruz.
Bu noktada bir parantez
açıp “yazarsal anlatıcı” ve “yazarsal karakter” kavramlarını tanımlamakta fayda
var. Yazarsal anlatıcı, hikâye ya da romandaki olayları, duyguları muhataba/okura
aktaran ve bazı özellikleri, meseleler karşısındaki davranışları, düşünceleri
sebebi ile yazarla özdeşleştirilebilecek “ses”e ya da karaktere verilen
isimdir. “Ses” diyorum çünkü bir hikâye ya da romanda anlatılanları okura
aktaran, her zaman olayların içinde bulunan somut bir karakter olmayabilir. “Yazarsal
karakter”e gelecek olursak şunu söylemem gerekir ki esasen literatürde böyle
bir kavramın bulunup bulunmadığından emin değilim, bulunuyorsa bile çok yaygın
olmasa gerek. Bu kavramla kastettiğim şey hikâyeyi, romanı anlatan kişi
olmamakla beraber söyledikleri ile “yazarın sözcüsü” konumunda
değerlendirilebilecek karakterlerdir.
Anadolu Yakası’nın
başlıca iki karakteri gazeteci Erol ve kanalın sahibi Muzo Gönül. Kitap,
Erol’un anlatımı ile başlıyor. Muzo Gönül’le kanalda çıkan “taciz iddiaları”
sebebi ile görüşmeye giden Erol, bu konudan bir haber çıkmayınca adamın
hayatının bir başarı hikâyesi olabileceğini düşünerek nehir söyleşi yapmaya
karar veriyor. Bu kısımları ve sonrasında röportaja ara verildiğine dair
bilgileri hep Erol’un ağzından öğreniyoruz. Muzo Gönül’ün konuşmaları
genellikle tırnak içine alınmadan doğrudan konuşma çizgisi ile gösterilse de böyle
olmadığı zamanlarda olayları ve konuşmaları aktaran kişi yani hikâyenin
“anlatıcı”sı Erol. Ancak anlatıcının
Erol olmasına rağmen Muzo Gönül’ün konuşmaları kitapta daha uzun bir yer
tutuyor. Erol sadece soruları sorduğundan Muzo Gönül kitapta anlatılan asıl
olayları aktaran kişi durumunda. Yine de hikâyenin anlatıcısı Erol olduğu için
bir önceki paragrafta bahsi geçen “yazarsal karakter” kavramını kullanmak
durumunda kalıyorum. Bu karakter de şüphesiz Muzo Gönül. Yazar, Muzo Gönül
aracılığı ile okura sesleniyor Anadolu
Yakası’nda. Tabi yorum yaptığı kısımlarda Erol’un da genel itibari ile Muzo
Gönül’le aynı düşüncelere sahip olduğunu anlıyoruz.
Muzo Gönül aracılığı
ile sinema, televizyon, müzik, sanat-zanaat ve kadın-erkek ilişkileri, aile
kavramı, tarım, ekonomi, siyaset gibi pek çok konuya değinilen kitap Kutlu’nun
birçok metninin ortak özelliği olarak gösterebileceğimiz “duygusallık”
temasından uzak. Açıkça verdiği mesajlar sebebi ile duygusal bir hikâyeden
ziyade didaktik bir kitap olan Anadolu
Yakası bu özelliği ile Mustafa
Kutlu’nun ilk baskısı 2008 yılında yapılan Huzursuz
Bacak isimli kitabını hatırlatacaktır okurlara. Yazarın fikirlerini okura
iletmekte kullandığı araçlar bakımından da bu iki kitap arasında sıkı bir
ilişki vardır. Örneğin Huzursuz Bacak’ın başkarakteri
ve anlatıcısı olan Ömer Faruk, kitabın bir yerinde konferans vermekte ve burada
yazarın okura iletmek istediği fikirleri dile getirmektedir. Yine aynı kitapta
başkarakter, bir edebiyat dergisinde “Mustafa Kutlu imzalı bir hikâyeye”
rastlar. Bu hikâyenin işlevi de okura bazı mesajlar iletmektir. Aynı şekilde Anadolu Yakası’nda da Kutlu’nun Mavi Kuş isimli kitabından bir alıntı
yapılıyor. (AY, 130) Muzo Gönül, Erol’a “şimdi sana taşra ile ilgili iki
yazarın birkaç cümlesini okutacağım” diyerek önce taşrayı yeren “Dar ufuklar,
kahredici bir yeknesaklık, boğucu bir taassup, iletişim evreninin kısalığı,
cemaatlere sıkışmış kısır bir kamu âlemi, yabancı olan her şeyi tuhaf bir
bitkiymiş gibi algılayan yabani bir hâl, vasatlığın hizaya sokucu egemenliği.”
paragrafını okutuyor. (AY, 127) Ardından da Mavi Kuş’tan “O yıllarda taşra
böyledir. Küçük ve sıcak. Yoksul ve samimi. İçedönük ve derin.” diye başlayan
paragrafı... Burada alıntıların kime ait olduğu belirtilmiyor. “Taşraya iki
farklı bakışı” göstermek için yapılan bu alıntıların ilki de Tanıl Bora’nın Taşraya Bakmak kitabından. Ayrıca
kitapta bir başka köşe yazısından daha alıntı yapılıyor. (AY, 183) Erol’un Muzo
Gönül’e televizyon hakkındaki fikirlerini sorması üzerine bir yazı uzatıyor
Muzo. Burada da yazının kime ait olduğu belirtilmiyor. Yazarın okurlarına
doğrudan doğruya bir fikir iletmek için kullandığı bu yazı da Gökhan Özcan’ın “Hayat
yiyen kısa metrajlı canavar!” başlıklı köşe yazısı.
Anadolu Yakası’nın
Mavi Kuş’la olan tek bağlantısı bu
alıntı değil. Bir televizyon kanalı sahibi olan Muzo Gönül, bu işlere sinema
ile adım attığı için kitapta sinema ile ilgili de pek çok düşünce öne
sürülüyor, bazı tespitler yapılıyor. Yeşilçam’dan bazı film ve yönetmen
isimleri geçiyor kitapta. (AY, 90; 139 vd.) Anadolu
Yakası, Uzun Hikâye’nin filme uyarlandığı şu günlerde Kutlu’nun ve hikâyelerinin sinema ile ilişkisini bir kez daha
ortaya koyuyor.
Yazarın karakterle olan
bir başka bağını da futbol olarak gösterebiliriz. Muzo Gönül, işi ile ilgili
meseleleri açıklarken ya da başka konulardan bahsederken sık sık futboldan
örnekler kullanıyor. Mesela taşrada yabancının el üstünde tutulduğunu
anlatırken “Futbol dünyası bile böyle, yabancı bir futbolcu vasat bile olsa
ilgi görür.” (AY, 128) diyerek meseleyi açıklıyor Muzo Gönül. Kitabın sonlarına
doğru da çocuk şarkıcı yetiştirmekle alt yapıdan futbolcu yetiştirmek arasında
bir ilişki kuruyor Muzo. (AY, 201) Kitabın daha birçok noktasında futbolla
ilgili göndermeler mevcut. Spor yazarlığı da yapan Kutlu’nun futbolla ilgisi
düşünülünce yazarla karakter arasındaki bağ bu açıdan da görülebilir.
Kutlu’nun fikir
dünyasını bilenler onun sanat ve zanaat arasında bir ayrım yapmadığını, kültürel
olarak bu ikisini ayırmayan bir düşünceye sahip olduğumuzu iddia ettiğini
anımsayacaklardır. Bu kitapta aynı şeyleri bu kez Erol’un düşündüğünü
görüyoruz. Anlatıcının da başkarakter gibi yazara yakın bir mesafede
konumlandırıldığının en net kanıtlarından biri bu düşünceler. Erol,
sanatçıların anlaşılmak istemesinden yola çıkarak düşünmeye başlıyor ve
sanatçıların neden kendilerini diğer insanlardan ayırdığını sorguluyor. “Mezar
taşı yontan da sanatçı. O da bir çocuk mezarı için yonttuğu taşı, taşa yazdığı
sanatlı yazıyı kuşaktan kuşağa taşımıyor mu?
Bu da doğru. Ama o zenaat erbabı. Abartmayalım, zenaatla sanatı fazla ayırmayalım.” (AY, 159) diyerek meseleyi kısaca sonuca bağlıyor.
Bu da doğru. Ama o zenaat erbabı. Abartmayalım, zenaatla sanatı fazla ayırmayalım.” (AY, 159) diyerek meseleyi kısaca sonuca bağlıyor.
Muzo Gönül’ün kurak bir
yer olsa da köye, büyüdüğü topraklara duyduğu özlem, toprağa bağlılığı, eskiye
olan ilgisi Kutlu’nun birçok hikâyesinde öne çıkan bir durum olarak bu kitapta
da mevcut. Kutlu’nun köşe yazılarında da bu meseleleri çokça işlediğini
biliyoruz. Muzo Gönül’ün bu düşüncelerinde diğer hikâyelerdeki karakterlerden
farkı okumuş, bilgili ve bilinçli biri olarak bunları söylemesi. Diğer
hikâyelerde bu tür şeylerin özlemini çeken yahut bunların güzelliklerinden
bahseden karakterler meseleye duygusal olarak yaklaşmaktadır genellikle. Burada
Kutlu, Muzo Gönül aracılığı ile yine fikirlerini okura açıkça sunmakta, bir
olay ya da diyalogla dolaylı bir mesaj vermek yerine doğrudan doğruya bu
meselelerden bahsetmektedir.
Kitabı okuyanlar belki
Muzo Gönül’ü iyi bir karakter olarak görmeyebilirler bazı noktalar sebebi ile.
Mesela bacanağının kanaldaki kızlara sarkıntılık etmesini “Onunkisi sade
dilinde…” diyerek büyük bir sorun olarak görmez Muzo Gönül. (AY, 8) Bu, ahlâkî
bir sorun gibi algılanabilir ve bunun yazar ile karakter arasındaki bağı
zayıflattığı iddia edilebilir. Oysa satır aralarını dikkatli okuduğumuzda
Muzo’nun her şeye rağmen iyi bir karakter olduğunu görürüz. Çocuklarına çok
düşkün, iyi kalpli, yardımsever, ahlâkî olarak da sağlam biridir Muzo. Örneğin
Yuva Hanım, Muzo Gönül’e bir program formatı sunar. Muzo bu formatı ahlâkî
bulmayarak çok sert bir tepki verir. (AY, 96) Ya da küçük bir olay daha örnek
verilebilir: Muzo, kedileri sevmemesine rağmen kanalda gezen bir kediye
acıyarak onun kanalda kalmasına izin verir ve kedi adeta kanalın maskotu olur.
(AY, 36) Bu da Muzo’nun iyi kalpli, merhametli biri olduğunu gösteren küçük bir
örnek olarak görülebilir. Yine yıllarca İstanbul’da karısından ayrı kalıp onu
aldatmamış, terk etmemiş, bu tür teklifleri geri çevirmiş olması da ahlâkî bir
mesaj olarak anlatılmaktadır. Kitapta Muzo Gönül’ün iyi ahlâklılığına, yardımseverliğine
dair daha pek çok örnek mevcut. Muzo, bazı ufak dejenerasyonlara maruz kalsa da
iyi bir örnek olarak sunulmaktadır.
Anadolu Yakası,
karakterlerin doğrudan ve dolaylı sözleri, hareketleri, tutumları aracılığı ile
okura sinema, televizyon, gündelik ilişkiler, hayata dair genel ve büyük
düşünceler hakkında mesajlar vermektedir. Bu, genellikle fikirleri bakımından
yazarla özdeşleştirilebilecek olan başkarakterin düşünceleri ile yapılmaktadır.
Başkarakter Muzo Gönül, bazı açılardan yozlaşmış da olsa her şeye rağmen
direnmekte olan bir karakter olarak çizilmiştir. Kitabın ve kanalın ismi olan “Anadolu
Yakası” bu açılardan da okunabilir.
“Anadolu” her şeye rağmen kendini muhafaza etmektedir. Yazarın siyasî/düşünsel
duruşu da bu göndermeyi mümkün kılar.
İtibar, 11, Ağustos 2012
Hacı abi iyi güzel de bu Muzo Gönül'ün şahsında muhafazakarlığı ve bunu güzellediği için Kutlu'yu daha iyi eleştirmeni beklerdik. Al sana o muhafazakar tavırlardan en sinir bozucu olanı: Televizyonda Amerikalı sevgilisiyle öpüşürken yakalanan kanalın gözde isimlerinden falan kadın (adını unuttum) Muzo tarafından korunur, ona hiç söz söyletilmez, çifti o halde yakalayan ve Amerikalı çocuğa yumruk atan elemanı haşlar da haşlar. Rezil bir durum yani. Daha bunun gibi bi sürü şey: Televizyonu yerden yere vur, kapitalizm eleştirisi filan yap, ama sektörün içinde deli gibi çırpın ayakta kalmak için. Muhafazakarlık bu çelişkinin adıdır işte. -Ammar Kılıç-
YanıtlaSilHaklısın Ammar. Ama bu yazının konusu içinde değil söylediklerin. Sosyolojik değil, metin temelli teknik bir inceleme yaptım. Yazıyı, yazarın anlatıcı ile olan bağı üzerine kurdum. İlk iki giriş paragrafı hariç tüm paragraflar buna ayrıldı. Ben bu bağlantıyı ortaya koydum. İşin bu tarafını (senin söylediğin tarafını) da bir başkası oturup yazabilir ya da yine ben yazabilirim. O yazının ardından "Hayır yazar anlatıcı ile aynı düşünmüyor. Onu eleştiriyor." diye bir şey söylenirse o zaman bu yazı referans olabilir.
SilMuzo elbette bir İslamcı ya da adına her ne denirse devrimci, aktif, sağlam siyasî duruşa sahip bir kişi değildir. Sıradan, tam bir yurdum insanı, senin de dediğin gibi muhafazakar. Söylediklerinde haklısın. Ama dediğim gibi ben meselenin bu yönünü ele almadım. Söylediklerinin aksini de iddia etmedim yazıda.
Sevgili kardeşim Görkem yine kendi üslübunla çok güzel bir tahlil etmişsin. Bunlar için sana minnettarız.
YanıtlaSilSöylediklerinin hepsine katılmakla beraber [ben de bu hikaye kahramanları ağzıyla yazarın düşündüklerini aktardığını düşünüyordum] bunun aslında tam olarak böyle olmadığını Mustafa Kutlu'yu ziyaret ettiğimde bizzat kendisi söyledi. "Elbette yazar kendi fikirlerini yansıtacaktır lakin olayın gidişatını da göz ardı etmemek gerek" dedi.
Aslında genel itibariyle baktığımızda yazarla eserini birbirinden bağımsız düşünmek olmaz ama kahramanı tamamiyle yazarla özdeşleştirmek de abes kaçar.
Bu ve adı geçen diğer hikayelere bu nazarla bakmanın daha sağlıklı olacağı kanaatindeyim.
Tahlil için teşekkür edip gelecek yazılarını dört gözle bekliyorum. Vesselam :)
Elbette yazar ve anlatıcıyı tüm anlatılarda tek bir ses olarak kabul edemeyiz. Ben bu yazımda, söz konusu öyküde karakterler ve yazarın hangi noktalarda aynılaştığını gösterdim. Dolayısı ile bu öykü için bundan bahsedebileceğimizi düşünüyorum büyük ölçüde. Bir yazara, yazdığı şey hakkında soracağımız sorularla bir metni aydınlatmak da doğru olmaz. Yazarlar, tüm gayretlerine rağmen bilinçaltını satır aralarına yansıtır, dizginleri elinden kaçırarak. Eleştirmenin işi biraz da bunları bulmak. Bir şey metinde varsa, metinden destekleniyorsa onu kolaylıkla söyleyebiliriz, gerisi hep efsane olur. Zaten metinden kanıt gösterebiliyorsak doğruluğunu kanıtlayabiliyoruz demektir. Yorum için teşekkürler :)
Sil