15 Ağustos 2012 Çarşamba

Anılar I - Yazmak.

İlk yazdığım şeylerden biri. Anasınıfında sayı çalışması.




a.

Bir şeyler yazmaya başladığımda çok küçüktüm. Tabi bu "yazmak" meselesini daha genel bir çerçeveden ele alırsak  yazıdan önce söz vardı. Henüz okuma yazma bilmediğim zamanlarda şarkı sözleri uydururdum durmadan. Doğaçlama şarkılar üretirdim. Bunlar genellikle nakaratı olmayan şarkılardı. Etrafıma bakar ve çevremde ne görüyorsam onlarla ilgili cümleler kurarak bir şarkı oluştururdum. Bazen iyi bir şey yakaladığıma inandığımda o nakarat olurdu. Şarkılarım çok ünlüydü doğrusu. Mahallede, tanıdıklar arasında bilmeyen yoktu yeteneğimi. Bu sebeple de yeteneğimi sık sık sergilemek zorunda kalırdım. Ağaçlar, kuşlar, yollar, arabalar, insanlar, yağmur, bulut gibi kelimelerin kombinasyonları ile yapılan yeni bir şarkıya başlardım o an içimden gelen melodiye oturtarak sözleri.

Ünlü biri olsam ve hakkımda belgesel çekilse bunu dikkate alarak şöyle derler mi acaba: Yazmaya şarkı sözü yazarak başlayan...

Yalan da değil. Yazıyordum da. Okuma yazmam yoktu ama bir defterim vardı. Bütün şarkıları doğaçlama yazdığımdan sonradan hatırlanıp söylenmesi zordu. O yüzden karma karışık şekillerle defterime yazdığımı zannederdim onları. Hayır, zaten sözlerini yazmış olsam da o anda uydurduğum melodiyi nasıl dökebilirdim ki deftere? Ne şarkılar ziyan olup gitti işte böyle. Aslında ne kadar da değerliymiş şarkılarım. Çoğaltılmayan, yalnız beş-altı kişinin duyduğu ve bir daha asla gün yüzüne çıkamayacak olan şarkılar...

Şarkılar, bazen doğaçlama gelişmiyordu. Beni etkileyen bir olayla ilgili oturup düşünerek de şarkı yazabiliyordum. Mesela, köyümüzü Kırklareli'ne bağlayan yol, baraj sebebi ile sular altında kalınca, bu eski yola ağıt niteliğinde bir şarkı yazmıştım. Eski yolu özleyecektim çünkü. Bu alışkanlığımı da hâlâ kaybetmedim. Ne zaman yeni bir yol yapılıp eskisi kullanılmaz hale gelse, üzülürüm. Artık kimse geçmeyecektir o yoldan. Öyle mahzun bir yol... Bir yol için fazla duygusal düşünceler değil mi? Bilmiyorum ki.

b.

Dördüncü ya da üçüncü sınıfa giderken şarkıdan hayır gelmediğini gördüğümden olsa gerek kulvar değiştirmiştim. Neticede o kadar şarkı yazmışım ama hâlâ ünlü olamamışım! Şaka bir yana, bu kez okuma yazma da bildiğimden gerçek manada bir yazmaktan bahsedebiliriz artık. Pek çok kişi şiir yazmıştır küçük yaşlarda ama benim seçtiğim yeni kulvar şiir değildi. -Bir ara şiir de yazmış olmalıyım, kedili, karlı şiirler hatırlıyorum. Kıtaları, kırmızı kalemle yaptığım çarpı işaretleri ile ayırdığım şiirler... Ama bu daha sonra olmalı.- Benim o aralar seçtiğim alan tiyatroydu. Hayatımda hiç tiyatro metni görmüş müydüm o sıralar emin değilim. Ama görmüştüm sanırım. Hiç tiyatro metni görmeyen birinin böyle bir metin yazması çok olası değil. Parantez içinde hareketleri, mimikleri tarif eden bölümler, dekor, diyaloglar... Bir tiyatro için gereken pek çok şey bulunurdu o metinlerde.

Ajandalara yazardım. Evde çok ajanda bulunurdu, babam iş yerinden getirirdi her yılın başında. Önceki yıla ait olanlar bitmeden yenileri gelirdi... Ben de ajandaları "tiyatro defteri" bellemiştim. Hep güldürü olurdu oyunlar. Tiyatro zaten komiklik demekti o zamanlar. İzlediğim bütün oyunlar öyleydi çünkü. Güldürürken düşündürmek, işte bütün mesele buydu. Olmak ya da olmamak henüz yoktu o zamanlar. O yüzden mesele de değildi benim için.

Çok yakın bir zamanda görmüştüm o "defterleri." Şimdi nerdedir bilmiyorum. Atmış da olabilirim. İki ajanda hatırlıyorum. Biri mavi, geniş ve bu yüzden ince; diğeri kahverengi ve daha kalın. Kahverenginin görüntüsü geldi şimdi gözümün önüne. Epeyce eskimiş ve sayfaları dağılmıştı. Net bir fotoğraf olarak geliyor aklıma. Onda şiirler de vardı sanırım. Öyle hatırlıyorum. Kedili şiirlerle tiyatrolar aynı anda yazılmış olabilir. Sayfalar, şiirler kare kare dolanıyor zihnimde. Siz görmüyorsunuz tabi ama hatırladıkça gülümsüyorum :)

Bu tiyatroları yazıp kenara koymuyordum tabi. Bunları sınıfta oynuyorduk. Bazen de diğer sınıflara... Oyunlar biletli olurdu kimi zaman. Kartonlardan ya da defter sayfalarından koparılıp muntazaman kesilen küçük parçalar... Üstelerine de oyunun ismini ve biletin fiyatını yazardık. Bir de küçük bir resim. Oyunla ilgili. Çiçek olur, sinek olur, bir şekil olur... Ne olursa artık. Biletler çok düşük ücretlerle satılırdı. Yanlış hatırlamıyorsam o zamanın parası ile 10.000 lira, 5.000 lira gibi fiyatlar. Sakız parasına denk düşen paralar işte. Altı sıfır hayatımızdaki yerini koruyordu o zamanlar. Kahverengi 100.000 lira vardı mesela, banknot. Kocaman bir 50.000 lira çıkmıştı, boyut olarak en büyük madenî paraydı.

Bilet satışından elde edilen gelirleri cebime atmıyordum :) Bunları sınıfın eksik olan bir şeyini almakta kullanırdık. Tebeşir, tahta silgisi, çöp kutusu, ecza dolabı... 3-4 belki de daha fazla oyun oynamışızdır. Üstelik bu en az iki sene de sürmüştü. Tiyatro yazma işinde epey ilerlemiştim doğrusu. Her türlü espriyi not edip, bir tiyatro metnine yedirebiliyordum. Çeşitli filmleri, olayları, anıları kolajlayıp bir metin çıkarabiliyordum ortaya. Bu arada dekor falan dediğim de sınıftan bir sıra, bir masa tabi, aklınıza başka bir şey gelmesin  :) Ayrıca sadece benim yazdığım oyunları da oynamıyorduk, okulun ya da ilçenin kütüphanesinden aldığımız çocuk oyunlarını oynadığımızı da hatırlıyorum. Şimdi düşünüyordum da disiplinli çalışırmışız aslında. Birkaç kez prova yapar, birkaç hafta çalışırdık. Bazen hata yapar, dakikalarca gülerdik. Çekim hataları işte. Belki de oradan kalma bir alışkanlıktır bu. Bir yönetmenin şöyle dediğini duymuştum: "Eğer sinema olmasa biz sahilde bir bankta oturup ufka doğru derin derin bakarak hüzünlenmeyi bilmezdik." Haklılık payı var bence. Sinema, bu tür davranışlarımızı etkiliyor. Bizim, hatalardan sonra gülmemizde "kamera arkası" görüntülerinde hep öyle olmasının payı var mıdır? Belki de... Ama o yaştaki çocukların  kendi kendilerine bir oyun ezberleyip oynamaları da ilginç gerçekten.

Oynadığımız oyunları, konularını çok iyi hatırlamıyorum. Ama bir "Yeşilçam parodisi" oynamıştık. Onu hatırlıyorum. Fotoğrafları da var, hatırlıyor oluşum bununla da ilgilidir muhakkak. Uşak, arap bacı, esas oğlan, esas kız, kötü kalpli baba... "Biz ayrı dünyaların insanlarıyız Nalan" tadında bir oyundu. Tabi bunun adının parodi olduğunu falan bilmiyorduk. Eğlence olsun diye... :)

c.

6. sınıfta başka bir şehre taşınmış ve dolayısı ile başka bir okula naklolmuştum. Tiyatro ekibi eski okulumda kalmıştı. Bu demekti ki tiyatro da eskilerde kalmıştı artık. Bir ara o ajandalara yeni şeyler yazdığımı hatırlıyorum aslında. Ama öylece kalmışlardı. Üzülmüştüm. Zaten yazdığım şeyi pek beğenmemiştim. Beğensem ne olacaktı ki? Çok büyük bir istekle mi yazmıştım? Oynanmayacağına göre... Geride bıraktığım her şeye üzülme huyum da değişmedi. Ufacık bir şey bile olsa artık bir eşyayı kullanmayacak oluşum üzer beni hâlâ.

7. sınıfta yeni bir kulvar giriyordu hayatıma. Öykü. Türkçe dersinde bir ödev verilmişti. Türkçe öğretmenimiz, saçlarını yana doğru tarar, dizlerini kırmadan yürüyormuş gibi adım atardı. Saçları, kulaklarını örterdi daima. Üstleri çok uzun olmasa da kulaklarının üstüne gelen saçlar uzundu hep. Saç stilini gençliğinden beri hiç değiştirmemiş olsa gerek.

Bir öykü yazacaktık. Ben çok iyi yazmalıydım. Çok iyi bir konu bulmalıydım kendime. Niye peki? Bilmem. Böyle şeylerle ilgim vardı ya ondan herhalde. Öykü nasıl yazılırdı? Heyecanlı olurdu. Sürükleyici. Çok merak uyandırmalıydım. Öykü okumuş muydum? Evet çok değil belki ama klasik öyküler işte. Çizgisiz defterimin başına oturdum. -Öğretmeninimiz öyle isterdi. Türkçe defterimiz çizgisizdi. Başlarda zor olmuştu. Yazacağım sayfanın altına, satır çizgileri üzerinden tükenmez kalemle geçilerek belirginleştirilmiş kağıtlar koyardım önce. Sonraları vazgeçtim, alışmıştım.- Bir grup arkadaşın hikâyesini yazmıştım. Maceracı, define avcısı beş kadar arkadaş. Sayıyı net hatırlamıyorum. Bu bir grup arkadaşın eline bir korsan hazinesinin haritası geçer, haritayla beraber denize açılıp denizin ortasında bir mağaraya gitmek üzere anlaşan grup, kimse görmesin diye gece yarısı sandalla denize açılır. Biri hariç, hepsi paragözdür adamların. Paragöz olmayan arkadaşlık hatırına gelmiştir onlarla. Tabi denizde birden bir fırtına başlar hikâyemiz heyecanlı olsun diye. Yağmur, fırtına, şimşekler... Sandaldan düşüp gözden kaybolanlar olur, birkaçı da amaçladıkları yere ulaşır. Ama aralarında hazineyi paylaşmak istemeyen biri vardır. Silahını çekip diğerlerini vurmak istese de kargaşada kendisi vurulur ve ölür. Arkadaşları, onu da denize atar. Hazine sandığını bulanlar büyük bir heyecanla sandığı açarlar. Beklentileri bir sandık dolusu altındır. Ama karşılarında bir sandık dolusu midye vardır. Bu korsanların çok değer verip sakladıkları bu sandıklarda midye olurmuş. Sandıktan çıkan bir notta da adamların anlamadıkları bir dil ve bilmedikleri şekillerle hazine ile ilgili bir şeyler yazmaktadır. İşte o notta bu midyelerin niye değerli olduğu anlatılmaktadır. Son paragraf, olaydan 6 ay sonrasını anlatıyordu. Sahilde bu beş arkadaştan biri tek başına oturmaktadır. Bu aralarında en saf olanıdır. -Fırtınada düşenlerden biriydi galiba bu- Hikâye, ölenleri, şu anda hapiste olanları sayar ve biter. Masumiyet kazanmış, hırs kaybetmiştir. Sosyal mesajı da çat diye çakmıştım valla!

Öykü bitti. Güzel de, sınıfta yalnızca birkaç kişinin öyküsü okunabilir. Eh diğerleri kısa yazmışlardır herhalde, diye düşünüyorum. Mutlaka okumak istiyorum. Kısa yazdılarsa benim okuma olasılığım da yükselir. Yazmak da böyle bir hırs işte.  Hep başkaları görsün ister insan. Sonraları bu isteği tamamen yenmiştim aslında abartmıştım biraz da. Hiç kimseye göstermiyordum yazdıklarımı ya da çok nadiren bir-iki kişiye. Zaten kim niye okusundu ki benim yazdıklarımı? Ne diyordum, öykü bitti ama bunu mutlaka okumak gerek. Derse gidildi, öğretmen rastgele başladı okutmaya. Bir, iki, üç... Vakit daralıyor. Ben de hiç abartmadan çok sakin bir şekilde -vakur mu demeli?- parmak kaldırıyorum sadece. Sonunda beni işaret etti öğretmen. Her insanın hayatında ağır çekimle kameranın etrafında döndüğü senfoni orkestrasının müthiş bir besteyi icra ettiği, upuzun saniyeler vardır. Kamera döner de döner... Pek çok açıdan çeker kahramanı. Her şey durmuştur. Sadece odaklanılan kişi hareket eder o saniyelerde. İşte o saniyelerdendi benim işaret edildiğim an. Düşünsenize o kadar yazmışım, hiç okumasam, kimsenin haberi olmasa küserdim herhalde yazmaya. Teşvik yok, şevk yok. Ama öyle olmadı işte, kamera birkaç kez döndü etrafımda ve başladım okumaya. Sanırım sonlara doğru zil çalmıştı fakat devam et demişti öğretmen. Ve final! Konfetiler, alkışlar, bütün okul ayakta, kırmızı halılar yollarda, muhteşem bir kalabalık, büyülenmiş gözler! Öhö. Küçük bir sınıf, kırk kadar öğrenci ve bir öğretmen. Gerçek olan bu tabi. Neyse, öykü beğenildi. Takdir edildi. Öğretmen beğenmişti, herkes dinlemişti ya, tamamdı bu iş! Demek ben iyi yazıyordum. Vay anasını seyirciler.

d.

Sekizinci sınıfta bir öykü yarışması var ilçe çapında. O aralar çok ince bir defterim var, "tiyatro defterleri" gibi şaşalı değil. 50-60 sayfalık küçük bir defter. Buna öyküler yazıyorum. Haberlerde, etrafımda görüp etkilendiğim şeyleri öykü yapıyorum. Küçük bir nokta, bir cümle için öykünün geri kalanını dolduruyorum bazen. Bir öykü yazıyorum diyelim aradan birkaç ay geçiyor, öykü yazılacak konuların artık bittiğini düşünüyorum. Bir daha yazamayacağım herhalde diyorum içimden. Bitti çünkü. Olay yok. Aslında hâlâ böyle hissettiğim olur bazen. Bir süre yazamayınca tedirgin olurum. Ama insan bazen birden dolup taşar ve yine yazdım işte derim.

İlçe çapında ilköğretim ikinci kademeler arasındaki bu öykü yarışmasına katılmak için o defterdeki ilk öyküyü temize çekip verdim. Bir öğretmen inceledi okuldan, beğendi. Ama dedi, biraz gizem katmalısın öyküne her şey belli olmamalı bu kadar. Artık böyle öyküler yazılıyor. İyi o zaman, dedim. Ben de öyle yazarım. Küçük bir çocuk vardı öyküde. Öykünün sonunda ölüyordu. Öldürmedim çocuğu. Çocuk kayboluverdi ortadan. Annesi ve zalim babası çocuğu aradılar yıllar boyu ellerinde fotoğraflar. Çocuk hakkında binbir hikâye uyduruldu mahallede. Kimi sokak çocuğu olmuş, geçen bizim Ahmet görmüş dedi, kimi bir lokantada çalıştığını orada yatıp kalktığını söyledi. Bir bilinmeze doğru uçup gitti çocuk.

Tamam, bu kez olmuştu öykü. 1-1,5 sayfalık bir öyküydü. Yarışmaya gönderdik. Yarışmayı unutmuştum ki bir gün müdür yanına çağırdı beni. Birinci olmuşsun dedi. Yürüyüşüm değişti sanki. Ulan ben hakikaten yazıyormuşum demek! Bir özgüven, bir özgüven! Tabi hediye bundan önce ve sonraki pek çok yarışmada olduğu gibi Nutuk. Nutuk'tan sıkıldığımda yarışmalara katılmamaya başladım zaten. Okula bağışlamıştım birkaç tane. Birkaç tane de evde var hâlâ.

Sonra bu öykü yıllar sonra "gerçek bir öykü" oldu. Üzerinde epey çalıştıktan sonra hikâyesi genel hatları ile aynı kalmakla beraber pek çok değişiklik yaptım öyküde. Ama aynen kalan cümleler de oldu. Öykü uzadı tabi. Genişledi, serpildi. Bir edebiyat dergisinde yayımlanan ilk öyküm oldu. Dergâh'ta yayımlanan "Kafes". İlk ismi "Değersiz Bir  Hayat Öyküsü" idi.

e.

Lisedeyken öykü yazmaya devam ettim. Nevzat Hoca, okulda dergi çıkaracaklarını söylediğinde hemen birkaç öykü götürmüştüm. Bir kısmını beğendiler bir kısmını beğenmediler. Yüklemler çoğul kişiye işaret ediyor çünkü eşi Birsen Hanım da yorum yapmıştı :) Beğenilmemek, eleştirilmek beni kırmaz. Arada güzel bir nokta varsa ona yoğunlaşırım, bu da benim yaptığım şeylerden kolay kolay kopmamamı sağlıyor sanırım. Öykülerimin bir zaman sonra tekrar beğenilmiş olması yazmak için hâlâ sebebim olduğunu gösteriyordu.

Lisedeyken zamanla yazdıklarımı birilerine gösterme, beğendirme isteğimi kaybettim. Belki de yeni bir kırılma olmadığındandır. Yazdıklarınızı sürekli aynı kişiler aynı şekilde beğeniyorsa bu sizin için bir motivasyon aracı olmaktan çıkıyor sanırım bir süre sonra. Çünkü orada doyuma ulaşıyorsunuz, artık bir sonraki basamağa geçmeniz gerekiyor. Geçmeyince o istek kayboluyor.

Yazıp yazıp biriktiriyordum. Kimseye göstermiyordum. Ezgi, öykü yazdığımı öğrenince "ben de okuyabilir miyim öykülerini?" diye sormuştu. Aslında kimseye okutmadığımı söylemiştim. Ama açık bir kapı da bırakmıştım :) Sonra öykülerimi belli aralıklarla ona yollamaya başladım. Önce eskiden yazdıklarımı yolladım. Onlar bittiği zaman, yeni öyküler yazdıkça yolladım bu kez. Yeni ve farklı bir basamak bulmuştum sanırım. Bu iyi bir şeydi :)

Lisedeyken bir de blog yazmaya başlamıştım. Bu blogu açmıştım büyük bir heyecanla. Tamam da ne yazacaktım ben burada? Öykülerimi yayımlamayacaktım. Onun haricinde ne yazarsam koyacaktım. Zaman zaman geriye dönüp eskiden yayımladığım o yazıları yayından kaldırıyorum :) Blogu ilk açtığımda pek fazla bir şey yayımlamamışım aslında. Zamanla artmış. İnsanın çok eskiden beri yazıyor olmasının güzel yanlarından birini görüyorum bloga ve eskiden yazmış olduğum word dosyalarına baktığımda. Düşünsel gelişim çizginizi bir zaman makinesine sahipmiş gibi izleyebiliyorsunuz. Bazen çok komik şeylerle karşılaşabiliyor insan, ben mi yazmışım bunu ya diye duraklayabiliyor. Facebook ve Twitter da böyle olacak zamanla. Facebook'u daha eskiden bu yana kullandığımızı düşünürsek ve hiç hesap değiştirmediyseniz benim gibi, geriye dönüp baktığınızda ilginç şeyler görebilirsiniz.

Bu arada yerel bir gazetede de yazıyordum zaman zaman. Bu hazırlakta da artarak devam etmişti. Yeni bir kitle daha bulmuştum böylece kendime. Yazılarıma e-mail ile cevaplar, tenkitler, tebrikler alıyordum. Tükettiğim, doyduğum kitlelerden sonra yeni bir kitle bulmuş olmak benim için yazmaya devam etmemi sağlayan bir sebep oldu her zaman.

f.

İlk yayımlanan öyküm  "Kafes"ten bahsetmiştim. Esasen Dergâh'a ya da dergilere yolladığım ilk öykü bu değildi . Lisede ve üniversiteye başladığım zaman hazırlıkta pek çok öykü yazmıştım. Bunları çeşitli dergilere yolladım. Bir sonuç çıkmadı tabi. Şimdi bakıyorum da çıkmaması da normal aslında :) Yalnız Dergâh'a yolladığım öyküye bir cevap gelmişti bir gün. İstanbul'dan memlekete döndüğümde ayaküstü e-mail'imi kontrol ederken Dergâh'tan gelen bir mail gördüm. Şaşırdım. Mail'i açtım ve daha da şaşırdım! En altta Mustafa Kutlu yazıyordu. Daha önce attığım maillere, başkaları tarafından mail'imin alındığını belirten bir cevap atılıyordu sadece. Bu defaki başkaydı! Ama Kutlu mail yazmadı ki? Daha önce mailleri atan kişiye yazdırmış olabilirdi. Her neyse orasını çok kurcalamadım. Hikâyeyi beğendiğini ama bazı kısımların atılması gerektiğini belirtiyordu. Atılması gereken kısımlar en özenerek yazdığım yerlerdi, bin bir laf salatası, benzetmeler, şiirsel anlatımlar, süslü bir dil... Şok olmuştum :) Tabi kafama da bir şey dank etmişti. Hem beni öven birkaç kelime vardı. Mesela bende bir ışık varmış! Öyküden atılan kısımların ne önemi olabilirdi ki :) Bu, Nobel kazanmam gibi bir şeydi. En çok okuduğum yazardan güzel yorum almak.

"Dergâh'a gönderilen her ürün meçhule gönderildiğinden" o metin yayımlanmadı. Ama hemen ardından "Kafes"i yolladım. Bu kısa e-mail bana büyük bir heyecan verdi. Yeteneksiz biri olduğumu, ortalama bir öykü bile yazamayacağımı düşünmeye başlamışken bu cevap ile beraber tüm düşüncelerim değişti. Bir yazarın, genç yazar adayları üstünde nasıl bir etkisi olabileceğini yakinen gözlemledim. Bir yazarın, yazmak isteyen birine söyleyeceği yol gösterici birkaç gerçek cümle bir genci o yazarın düşünmediği derecede etkileyebilir, onu yazmak konusunda kamçılayabilir. Bu belki tek bir cümle bile olabilir. "Devam et." gibi...

Bu olayın ardından bir süre geçmişti. Bir gün Ana Kitabevi'ne gittiğimde, Dergâh'ın yeni sayısını almak için incelerken takdim bölümünde ismimi gördüm. Bir şok daha! Bu kez Nobel ödülünü birkaç yıllığına bana vermişlerdi sanırım. Samet Akten yanımdaydı, ona gösterdim. Ben ilk yolladığım öykünün yayımlandığını tahmin ediyordum. Samet'le beraber derginin içine baktığımızda Kafes'in yayımlandığını gördüm. Bunu yollayalı çok olmamıştı. Sultahmet'ten Kabataş'a oradan da Hisarüstü'ne giderken birkaç kez okudum öyküyü. Daha önce pek çok kez okumuş olmama rağmen... Dergiden okuyunca bir başka oluyordu sanki! :)

Böylece yazmak konusunda önemli bir kırılma noktası daha geçirmiştim. Türkçe öğretmeninin rastgele beni seçip yazdığımı okutması ile başlayan ve ilk öykümün yayımlanması ile devam eden bir süreç... Tabi sonraları dergide bir metnimin yayımlanmasının her zaman o kadar anlamlı ve iyi bir şey olmadığını öğrenecektim ama yine de önemliydi. Genç bir yazar adayı kendisini nasıl ölçebilir ki başka türlü? Hâlâ - çok da olmadı tabi :)- öykümü dergide görünce heyecanlanırım.

Bakalım bu başlık altında daha kaç madde olacak? Daha ne kırılmalar, ne dönüm noktaları yazacağım buraya? Zamanla...


2 yorum:

  1. Selamün Aleyküm Kardeşim :)

    Yazmak insanı o kadar rahatlatır ki, insanın duraksamadan yazası gelir...tıpkı okumak gibi...hele ki okuduğun Mustafa Kutlu ise...

    Çok değil lise sonda tanıştım Mustafa Kutlu ile. Müfredata yeni girmiş Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi kitabının şu an hatırlayamadığım bir yerinde Kutlu'ya Uzun Hikaye'den bir kesite yer verilmişti. Ben de bu ismi not edip bir araştırma yapmıştım. Sonrasında ise "tamam işte, aradığım bu" deyip külliyatı bitirdim.

    Senin yazılarını okuyunca bazen onu görüyorum. Bence bu çok güzel bir şey.

    İnşallah bu kulvarda daha nice güzel eserler verirsin, ben okumayı dört gözle bekliyor olacağım.

    Yolun açık olsun... :)

    YanıtlaSil
  2. Eyvallah Lazgin, çok teşekkürler yorumun ve iyi dileklerin için :)

    YanıtlaSil