Orhan Pamuk’un Kırmızı
Saçlı Kadın romanını okurken, Rita Felski’nin Edebiyat Ne İşe Yarar? kitabını da okuyordum. Felski’nin “teori,
edebiyatı öldürür mü” gibi bir soruyla yola çıktığı bu kitap, Kırmızı Saçlı Kadın’da bulduğum sorunun
ne olduğunu anlatmama yardımcı oldu. Murat Bardakçı’nın "Çüş Orhan Çüş" başlıklı yazısı ile başlayan
anlamsız tartışmaya da değineceğim ki iki gündür “Ne diyor bu ya” diye
Bardakçı’yı gömmek üzere sohbet açanlarla, kitabı okuma zahmetine bile
katlanmadan Bardakçı’nın ipi ile kuyuya inip Orhan Pamuk’u anlamsızca
eleştirmenin dayanılmaz hafifliğine kendini kaptıranlara anlattıklarım daha
derli toplu bir hal alsın.
Daha önce de söylediğim gibi aslında bu romanı benim
için çekici ve ilginç bir tesadüf yapan şey dört yıldır, efsaneler, masallar,
hikâyeler ve kehanetler hakkında -"ölümsüzlüğün sırrını" açıkladığım
bir yazıda ipuçlarını verdiğim- bir roman yazmaya çalışmam. Bu yüzden biraz da
korkarak okuduğum roman neyse ki tam olarak benim yazmaya çalıştığım şey
olmadığı için hâlâ şansım var!
Felski, okurun, beğendiği hatta “büyülendiği”
romanlar karşısında soğukkanlı olamayacağını, bu yüzden de gerçek bir eleştiri
yapamayacağını söylüyor. Eleştiri için metinle kurduğunuz samimiyeti bir kenara
bırakıp, objektif olma gereğinden doğan temel ve haklı bir tespit. Bu kitap
benim için Felski’nin “büyülenme” diye tarif ettiği etkiye sahip değil.
Pamuk’un Kara Kitap’ı benim için o kategoride
yer alan kitaplardandır. Kara Kitap’a
ileride yeniden dönüp bu kitapla arasındaki temel farka değineceğim.
Felski, eleştiri metinlerinin ve teorilerinin
birincil edebiyat metinlerini öldürüp öldürmediğini tartışıyor; öldürmediği
kanısına sahip. Ben buradan bir başka pencere aralayıp şunu tartışmak
istiyorum: Yazarın teori bilmesi edebiyatı öldürür mü? Teori bilen yazar, Kırmızı Saçlı Kadın’ın boğazına
sarılmış. Kırmızı Saçlı Kadın’ın
hırıltılarını duyuyoruz. Duyuyoruz derken, tüm okurlar duymuyordur tabii.
Duyanlar, Felski’nin de dediği gibi “profesyonel okur”lardır.
Bazı romanlar, bazı eleştiri kuramları ile okunmaya
daha uygundur. Burada bir sorun yok. Fakat Pamuk, romanı baştan aşağı hangi
teori ile okunmasını istiyorsa onun üzerinden kurmuş. Bir edebiyat
araştırmacısı olarak şöyle bir metne eğilip bakayım desen, Pamuk’un
röportajlarında söylediklerinden fazlasını bulmak mümkün görünmüyor. “Metnin
dikişleri”ne büyüteç tutamıyorsunuz, kalın iplerden oluşan dikişler sayfaların
ortasında okuru selamlıyor. Teori bilen yazar, metni sıkı bir kalıba sokuyor.
Metin ne kadar “açık bir metin” olursa olsun, bu (yoruma) açıklık da kalıba
dâhil edilmiş bir sistem içinde görünüyor. Eleştiriden beklediğimiz analitik
yapı, romanı çepeçevre kuşatıyor. Ben Pamuk’un “saf” ve “düşünceli” romancı
ayrımından biraz da bunu anlıyorum zaten.
Bu yazıyı, “romanı beğenmedim” demek için yazmadım,
bilakis bu yazının böyle bir anlamı, benim de böyle bir hissim yok. Fakat teori
bilen yazarın bizi “hapsettiği” bu roman, bunu destekleyen bir başka özelliği
ile daha profesyonel okura alan açmıyor: Pamuk, Kara Kitap’ın aksine bu romanda çokça anlatmayı, açıklamayı seçmiş.
Röportajlarından da anlıyoruz ki bunu daha geniş kitlelere ulaşmak için
yapıyor. Rüstem ve Oidipus arasındaki ilişkiyi ve Cem’in bunlarla ilgisini
roman bize kendisi anlatıyor. Oysa Kara
Kitap’ta örneğin bu kitabın aslında Galip’in okumak istediği türden,
katilini yazarının bile bilmediği bir polisiye olduğunu bize kimse söylemez.
Okurun keşfetme hazzı desteklenir. Kara
Kitap’ta her şeyi anlatmamaktan kaynaklanan o gizemli hava, okura bir alan
açarak onu da kitabın aktif bir parçası yapar. Bu kitapta okurun efsanelerde
anlatılanlar ile ve karakterlerin yaşadıkları arasında kurması gereken tüm
bağlantılar karakterler tarafından teker teker açıklanıyor. Bu, Kara Kitap’ta Galip’in Hüsn ü Aşk ile kendi hikâyesi arasındaki
bağlantıları anlatması gibi bir şey.
İddia makamını terk edip, savunma makamına geçiyor,
hiç bilmeyenlere “roman” dediğimiz şeyin ne olduğunu anlatıyorum: Murat
Bardakçı, geçenlerde köşesinde romanda yer alan şu satırları paylaştı:
“...Bir dönem skandal ve cinayet haberlerini öne
çıkaran gazeteleri Oidipus ve Rüstem benzeri hikâyelere çok rastladığım için
okudum. İstanbul’da iki çeşit hikâye okur tarafından çok seviliyor, ucuz
gazetelerde çok yayımlanıyordu. Birincisi; oğlu askerde, hapiste, uzaktayken
babanın, genç ve güzel geliniyle yatması, olayı fark eden oğulun babayı
öldürmesiydi. Çok işlenen ve sayısız çeşitlemeleri olan ikinci cins cinayet
ise, cinsel açlık içindeki oğulun, bir cinnet anında zorla anasıyla yatmasıydı.
Bu oğulların bazıları kendilerini durdurmaya ya da cezalandırmaya çalışan
babalarını öldürüyordu. Toplum tarafından en çok nefretle karşılanan oğullar
bunlardı: Ama toplum onlardan babalarını öldürdükleri için değil, zorla
analarıyla yattıkları için nefret ediyor, adlarını bile anmak istemiyordu. Baba
katili bu oğulların bazıları bir pisliği temizleyerek nam yapmak isteyen
hapishane ağaları, kabadayılar veya kiralık katil adayları tarafından
öldürülüyordu. Bu cinayetlere devlet, hapishane yönetimi, gazeteciler, hatta
toplum karşı çıkmıyordu...”
Sonra dedi ki: “Bu rezaletlerin haberleri
gazetelerde hiçbir şekilde yer almaz.” Almış işte. Romandaki gazetelerde yer
almış. Bardakçı, romandaki gazeteleri nereden görmüş? Yoksa Bardakçı, gerçek
hayattaki gazetelerden mi bahsediyor? Yok canım, neden böyle bir şey yapsın, o
kadar da cahil değil ya.
Aslında Kırmızı
Saçlı Kadın, romanın ne olduğunu bilmeyen Bardakçı’ya romanın ne olduğunu
öğretiyor kendi kurgusu ile: Baştan beri Cem’in yazdığını sandığımız şeylerin
aslında Enver tarafından yazıldığını görüyoruz. Demek ki, diye düşünmeliydi
Bardakçı, roman dediğimiz şey, böyle bir şeydir: Bir başkası, bir başkasıymış
gibi bir şeyler yazabilir. Demek Orhan Pamuk’un yazdığını sandığımız bu şeyleri
aslında Orhan Pamuk da yazmamış tıpkı Cem’in ve Enver’in yazmadığı gibi.
Acaba alıntılanan satırları görüp ülkemizi
“ahlaksız” diye bilecek olanlar, İstanbul’da Sührap diye bir inşaat şirketi
olmadığını anlamayıp, Sührap’tan daire almaya da kalkışır mı? Trene binip
Öngören’e gitmeye çalışır mı? Enver’i görmek için Silivri’ye gider mi?
Bakırköy’de Gülcihan’ın evine gidip bu ilginç olayla ilgili röportaj yapmak
isteyen oldu mu? Murat Bardakçı, neden televizyonlarda Cem ve karısının
oynadığı söylenen o “komik” reklamın aslında var olmadığını söyleyip itiraz
etmiyor da sadece bu satırlara itiraz ediyor? Romanda her şey gerçek de sadece
bu satırlar mı “yalan”?
Romanların kapaklarına illa Kurtlar Vadisi’nin
başında yazdığı gibi “Bu romandaki her şey hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve
kurumlarla ilgisi yoktur” mu yazsınlar yani?
Şimdi başa dönelim: Sanırım Orhan Pamuk, Murat
Bardakçı gibiler romanı eski hikâyelerden çalmış demesin, anlatılanları yanlış
anlamasın diye durmadan referans verip açıklamak istemiş. Her şeyi açıklamış da
romanda gerçekliğin ne anlama geldiğini Enver’in, Cem’in ağzından kitap yazması
üzerinden anlatınca işler yine karışmış işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder