4 Mart 2013 Pazartesi

birinin ölümüne üzülebilmenin güzelliği onu yaşarken tanımış olmaktır.





Barış Manço'yu yaşarken az da olsa tanımış bir neslin ferdi olmak beni mutlu kılıyor. En azından varlığından haberdardık ve büyüdüğümüzde de aklımızda hiç olmazsa bir isim olarak duruyordu Barış Manço. Onu dinlemeye başlamak için büyük keşiflere gerek yoktu.

Ama aslında bu mutluluğu, hüzünlü bir anda aramak en doğrusu.

Barış Manço öldüğü gün yarıyıl tatilindeydik ve soğuk bir kış günü yaşanıyordu oturduğumuz şehirde. Henüz yeni taşındığımızdan televizyon ve anten bağlanmamıştı. Barış Manço'nun öldüğünü camın kenarında duran radyodan öğrenmiştim. Televizyonsuz geçen o günlerde, akşamları yapacak bir şey olmadığı için erken denilebilecek saatlerde yatakta uzanıp konuşur, bir yandan da radyoyu dinleyerek uyurduk. Sanırım babam o hafta gece çalışıyordu ve biz nedense odalarımızda değil, oturma odasında uyuyorduk. Pencerenin altında duran bir yatakta yatıyordum, perdeyi biraz kaldırınca buğulu bir camın ardında bahçedeki kömürlüğün çatısı ve onun üzerinde siyah bir gökyüzü görünüyordu. İşte hafızamda dondurulmuş bu resmin arkasında bir ses Barış Manço'nun öldüğünü söylemişti. Yanlış hatırlamıyorsam Barış Manço şarkıları çalınıyordu bol bol. Üzülmüştüm. Sabah olunca, okulda kullandığım resim defterime Barış Manço'nun resimlerini çizmiştim kendimce. Saçları da olmasa onu andıran hiçbir yanı kalmayacaktı bu resimlerin.

Bundan bir yıl sonra yine bir tatilde, bu kez sıcak bir Temmuz günü, köyden etrafındaki çimento fabrikaları sebebi ile çatıların beyaz tozlarla örtüldüğü, çocukluğumun önemli bir kısmını geçirdiğim o küçük şehre giderken Kemal Sunal'ın öldüğünü duymuştum. O zaman da aynı burukluğu yaşamıştım. Şimdi düşününce bu ölümlere üzülmenin güzelliğini anlıyorum çünkü bu, onları yaşarken tanımış olmanın mutluluğunu da anlatıyor bana.

Bu neslin ferdi olmak sadece bu mutluluklarla sınırlı değil. Çocukluğumu, Hababam Sınıfı'nın neredeyse her hafta sonu gösterildiği zamanlarda yaşamış olmaktan da mutluyum mesela. Şimdi, görüntü kalitesinin bu kadar ilerlediği, üç boyutlu film izlemenin bile sıradanlaştığı bir zamanda büyüyen bir çocuğun Hababam Sınıfı'nı izleme olasılığı nedir? Bizim siyah-beyaz filmler karşısında hissettiklerimizi tüm eski filmlerde hissedecek bu şanssız çocuklar. Görüntüyü bir yana bıraksak bile "akıllı tahta" kullanan bir nesil, Hababam Sınıfı ile nasıl bir ilişki kurabilir ki?

Yine hafta sonları Neşeli Günler'i, Gülen Gözler'i bir keşfe gerek kalmadan izlemiş, ondan tat almış, üstelik bugün bile izliyor olmaktan da mutluyum. Filmlerin bu denli yoğun bir biçimde çekildiği, bunlara ulaşmanın da bir o kadar kolay olduğu şu zamanda kendi çağının filmlerini izleyemeye yetişemeyenlerin bir de geri dönüp 70'lere, 80'lere uzanması hayli zor olsa gerek. Aynı şey edebiyatta da  pek çok "klasiğin" başına gelecek kaçınılmaz olarak. Üretilenler durmadan üst üste yığılıyor, hem de hızlanarak.

Bunlardan engellenebilir şeyler oldukları, bu gidişatı durdurmak adına bir şeyler yapılabileceği için bahsetmiyorum. Bugüne kadar böyle olduğu gibi, bundan sonra da aynen devam edecek bu değişim. Aynı cümleler, 20 yıl sonra başka örneklerle kurulacak. Ama yine de buruk bir hüzün duyuyor insan. Hiç değilse bu kadar hızlı olmasaydı bari, diyesi geliyor.




Barış Manço & Kurtalan Ekspres - Ce Sera Le Temps (1978-TRT)









1 yorum: