Dindarların Sorunları, Aile-Evlilik Kurumu ve Çocukların Dünyası
İlk öykü kitabı Kadife Durağı[1] 2001 yılında yayımlanan Mihriban İnan Karatepe’nin ikinci öykü kitabı Hacıyatmaz[2] 2008 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından en iyi öykü kitabı ödülüne layık görülmüş. Yazarın son kitabı ise Aramızda[3] ismiyle 2012 yılında yayımlandı. Bu üç kitaba bakıldığında belli noktaları aynı kalmakla beraber yazarın üslubunda, tahkiye için seçtiği olaylarda ve bu olayların kurgusunda bazı değişimler olduğu görülmektedir. Tüm bu değişimlerin arasında üç kitabın bazen ayırıcı, bazen ortak özelliği olarak üç ana izlek çarpıyor göze: Mihriban İnan Karatepe öyküsünü “dindar Müslümanların sıkıntıları, değişimleri, sorunları”; “aile-evlilik kurumu”; son olarak da yine aile ilgili olarak “çocuklar” olmak üzere üç ana konu başlığında incelemek mümkündür.
Elbette üç kitapta da başka konulara temas eden
farklı öyküler de mevcut. Ama Karatepe’nin öykülerinde karakteristik olarak bu
üç konunun ele alındığını söylemek daha doğru olacaktır. Bunların bir
tesadüften ziyade bilinçli olarak -ki her zaman böyle olmak zorunda değildir,
yazıya en iyi biçimde hükmeden yazarlar bile kurmacalarda bilinçaltında
yatanları satır aralarına yansıtmaktan geri duramayabilirler.- yahut da
bilinçaltındaki duyarlılıkların bir dışavurumu şeklinde öykülerde yer aldığını
görüyoruz.
Yazarın söyleşilerinde de öykülerinin bu üç ana konu
etrafında şekillenmesi ile ilgili destekleyici fikirler mevcuttur. Mihriban
İnan Karatepe bir söyleşide[4] “Bir
öykücü olarak kendini nasıl tanımlarsın?” sorusuna şöyle cevap veriyor:
Kendimi öykücü olarak tanımlarım.
(…) Hayatta pek çok rolümüz var kuşkusuz. Ancak bölünmüş kişiliklerimiz yok,
olmamalı, diye düşünüyorum. (…) Rabbimiz bize ‘müslüman’ ismini verdikten sonra
ikinci bir isim edinmek ikinci bir din edinmek gibi olacağı için bu isimle
ölmeyi arzu ederim. Müslüman bir anne, bir eş, bir evlat, bir öğretmen, bir
öykücü…
Yazarın bu sözlerine
bakarak kendisini tanımlamak için seçtiği kelimelerin, öykülerinin
karakteristik olarak üç ana konuya sahip olduğuna dair tezimi desteklediğini
söyleyebiliriz. Her şeyden önce kendisini tanımlayan sıfat olarak “Müslüman”
kelimesini seçen yazar bundan sonra saydığı sıfatlarda da kendisini “Müslüman
bir anne, bir eş, bir evlat” olarak
tanımlamıştır. “Dindar Müslümanların
sıkıntıları, değişimleri, sorunları; aile-evlilik kurumu; son olarak da yine
aile ilgili olarak çocuklar” şeklinde belirlediğim üç ana konu başlığını burada
açıkça görüyoruz.
Dindarların
Sorunları
Dindar Müslümanların
sıkıntıları, değişimleri, sorunları kategorisinde seçtiğim öykülerden “İş ve
İş”, “Sırada, “Aramızda”, “Ayna”, “Loş”, “Köpek Uçmak İstemiş”, “Bandırma
Vapuru”, “Beyaz Güvercin” öykülerini anmanın yeterli olacağı kanaatindeyim.[5]
Yazar bu öykülerde dindarların devlet karşısındaki durumundan, kendi
içlerindeki çelişkilerine, kişisel değişim hikâyeleri üzerinden toplumsal
dönüşümlerine kadar geniş bir çerçevede bakıyor olaylara. Bu öykülerden
bazılarının, mesela Aykut Ertuğrul’un da belirttiği üzere[6]
“tek bir olayın üç ayrı gözden incelendiği bir tür üçleme” olan “Aramızda”,
“Ayna” ve Loş” gibi öykülerin ayrıca aile-evlilik
kurumu başlığında da incelenebileceğini belirtmekte fayda var.
“İş ve İş” (H, 9) genç bir edebiyat öğretmeninin “dindar bir
özel okulda” çalışmak üzere mülakata girmesini ve işe alınmasını konu edinen
bir öykü. Ama öykünün her yerine sinmiş bir eleştiri var “İş ve İş”te. İlk
olarak edebiyat öğretmeninin mülakatta sorulan soruları beğenmemesi ile
doğrudan yapılan bir eleştiri göze çarpıyor. Öğretmen “Edebiyatın tanımı
nedir?” sorusunu “lise öğrencisine sorulacak soru”(H, 10) diye eleştirmekte ve karşısındaki
jüriyi de “beş para etmez adamlar” olarak tanımlamaktadır. Öykünün son
paragrafındaki cümlelerin ise bu kez açıktan olmayan bir eleştiri içerdiğini
söyleyebiliriz. Yazar burada genç öğretmenin sömürüldüğüne dair bir imada
bulunmaktadır. Öykünün tamamını göz önünde bulundurduğumuzda ironik olduğuna
kanaat getirebileceğimiz şu cümlelerle son buluyor metin:
Yeni eğitim-öğretim döneminiz hayırlı
olsun, dedi, müdür. Evet, dedi bir an silkinerek daldığı düşüncelerden,
hepimize hayırlı olsun. Bunun gerçekten bir hayr işi olduğunu anlaması uzun
sürmeyecekti. Aldığı paranın çok üstünde bir hizmetle fisebilillah uğraştı
durdu. (H, 11)
“Sırada”
(H, 93) isimli öyküde de dindar bir kadının yıllar sonra kurs hocasını görmesi
ya da sadece gördüğünü zannetmesi üzerine geçmişi üzüntüyle hatırlaması,
değişen onca şeyin üzerine düşünmesi ve kendi içinde yaptığı vicdan muhasebesi
anlatılmaktadır. Bu kadın üzerinden dindar kadının, daha da geniş olarak dindar
kitlelerin değişiminin/dönüşümünün sorgulandığını söylemek mümkün. Bir zamanlar
kurs hocasına özenip kendine çarşaf diken (H, 95) kadının “[s]onra üniversite
sevdasına çarşafı çıkar[ıp] pardösü giy[diği]” anlatılmakta (H, 96) ancak bir
yandan da bu değişimden memnun olmadığı dile getirilmektedir.
Aradan
yıllar geçip ziyaretlerine gittiğinde evin içinde bile uzun etekli, başı örtülü
dolaşan ablalarının hala aynı konuları konuşuyor olduğunu hayretle görüyorsun.
Senin bunca değişmene rağmen onlar aynı kalabilmişler. (…) Senin terk ettiğin
kaleleri birilerinin hâlâ tutuyor oluşundan ne kadar şaşırsan da hoşnutsun. (H,
97)
Yukarıdaki cümlelerden
de açıkça anlaşılacağı gibi hâlâ dindar olan ve yıllar önce yaşadıklarından tamamen
uzaklaşamamış bulunan kadın dinî yönden “aktif bir mücadele” içinde değildir.
Kadın namaz bittikten sonra da camide yarım saat oturmuş (H, 98) geçmişle
bugünü arasında uzun ve derin bir hesaplaşmaya girmiştir. Elbette yazar burada
tekil olarak bir kadının öyküsünü anlatmamaktadır. Bu öyküde edebiyatın da
bizatihi işlevi olarak bu kadının dönüşümü üzerinden toplumsal bir bakışa
ulaşıldığını, böylelilikle genel bir sorgulamaya girişildiğini söylemek uygun
olacaktır.
“Bandırma Vapuru” (A,
25) öyküsünde bir imam-hatip öğrencisinin bayram vesilesi ile yaşadıkları
merkez alınarak dindar yetiştirilen “orta bir öğrencisi” bir kız üzerinden
resmî ideoloji karşısında benzer durumdaki insanların yaşadığı sıkıntılar ve
kafa karışıklıkları anlatılmaktadır. “Civar evlerden kızların başı açık
İstiklal Marşı okudukları” (A, 26) görülsün diye tören sırasında başlarını
açtıkları, bayramda da başı açık dolaşmak gerektiğinden büyükler yerine orta
birlerin bayrama gönderildiği gibi tespitlerin öykü içinde küçük dokunuşlarla
verildiği metinde bir arkadaşının başkaraktere söyledikleri öğrencilerin
çelişkiler, kafa karışıklıkları yaşadıklarını göstermektedir. “Kız Zehra,
demişti Atatürk Ortaokulu’ndan nakille imam-hatibe gelen bir arkadaşı, biz
neden teneffüslerde bahçeye inmiyoruz? Oğlanlar gezip duruyor…” Bunu takip eden
diyalogda Zehra arkadaşına “oğlanların arasına pek karışmadıklarını” söyler
ancak arkadaşının “Sen bugün Ertuğrul’la konuşup duruyordun…” demesi üzerine bir şey söyleyemez (A, 25-26) Zehra’nın
gençliğin verdiği duygularla, yapılması gerektiğini düşündüğü şeyler arasında bocaladığı
böylece okura sezdirilir. Zehra, bayramda Bandırma Vapuru’nu çizdiği bir resim
sebebi ile ödül de almıştır ancak verilen hediyeden memnun değildir. Bütün
bayram boyunca da içine sıkıştırıldığı çoraptan çıkarak eteğinin altından
görülen paçalı donu sebebi ile rahatsız olan Zehra hediye olarak “altına paçalı
don giymesini gerektirmeyecek” bir çorap aldığını düşünürken hayal kırıklığına
uğrar. Son cümleler yine tüm meseleyi özetler niteliktedir:
“Görünürse görünsün be,
dedi içinden, burnunu çekerek… Resmi yaptık, kafayı açtık, bayrama da gittik
ama uzun kırmızı çorap çıksaydı ne güzel olurdu şu paketten, bordo bir kravat
çıkacağına…” (A, 28)
Aile-Evlilik
Kurumu
Mihriban İnan
Karatepe’nin Hacıyatmaz kitabından
“Uç Uç”, “Koyunbaba Köprüsü”, “Ben Yanında Yokken”, “Dilsiz”; Aramızda’da yayımlanan “İçeriden Ağlama
Sesi Geliyor” ve Kadife Durağı’ndaki
“Aç Kapıyı Bezirgan Başı” gibi öyküleri de ailenin, evlilik kurumunun altını
kalın çizgilerle çizen öyküler olarak çıkıyor karşımıza.
“Uç Uç” (H, 27) adlı
öykünün anlatıcısı dişi bir uğurböceği. Modernist anlatılarla birlikte
başlayan, postmodernist anlatılarda da devam eden, cansız yahut insan dışında
başka varlıkların anlatıcı olduğu metinlerin güzel bir örneği “Uç Uç”. Türkçe
edebiyatta öykü sahasında bu tür öykülerin en ünlü örneklerinden biri olan
Haldun Taner’in “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü” adlı öyküsünde olaylar bir köpeğin
gözünden anlatılır ve köpeklerle sahipleri arasında bir paralellik kurulur. Bu
öyküde de uğurböceği kendisine dair bir öykü anlatmakla kalmıyor; böceğin
anlattıkları, insan hayatının uğurböceklerinin hayatına uyarlanmış şekli.
Öyküde “bir uğurböceği çiftinin” ayrılık hikâyesini okurken, anlatıcı
konumundaki dişi uğurböceğinin bulunduğu dalların altında oturan bir çiftin
diyaloglarını da görüyor, böylece bir evlilik teklifi ile uğurböceklerinin
ayrılık hikâyesini paralel olarak okuyoruz. Uğurböceğinin “Uçtun gittin. Başka
dallara konar, akşama kadar güneşin altında yanar, biraz aklın başına gelir
sonra yuvaya dönersin sanıyordum.” (H, 27), “tazecik, yemyeşil bir yaprağın
üzerine bıraktığım larvalarıma dönüp baktım üzüntüyle…” (H, 28) gibi
cümlelerinden de anlaşılacağı üzere öyküde asıl anlatılmak istenen şey
uğurböceklerinin ayrılışından çok, insanlara ait bir yuvanın dağılışıdır. Zaten
öykünün ilk paragrafındaki “Bildiğim şu; beni sevmiyorsun. ‘Eskisi kadar…’
dedin sözün başında ama vurgu cümlenin sonunaydı. Ben de seni, diye haykırdım.
Düpedüz yalandı. ” cümleleri de ilk okunduğunda bir insanın ağzından çıkıyormuş
izlenimi uyandırıyor. Yazarın bu konuyla ilgili diğer öyküleri gibi aile ve
evlilik kurumuna dikkat çekilmiş olunuyor böylece.
“Dilsiz” (H, 65) öyküsünde ise aile ve bilhassa anne
kavramı bu kez yokluğu üzerinden anlatılmaktadır. Öykünün odağında yetiştirme
yurdunda büyümüş bir çocuk var. Bu açıdan öykü “çocuk” temalı öyküler
kategorisinde de değerlendirilebilir. Ancak öyküde asıl vurgulanan şey çocuktan
ziyade, çocuğun bir aileden yoksun oluşu. Bu bakımdan öyküyü aile kurumu ile
ilgili öyküler kategorisinde değerlendirmek daha yerinde olacaktır. “Dilsiz”de
çocuğun yetiştirme yurdundaki anıları, daha sonra okula başlayınca yaşadıkları,
duygusal bir atmosferde sunuluyor okura. Çocuğun kimsesizliği, yalnızlığı
vurgulanıyor. Karatepe’nin pek çok öyküsünde olduğu gibi öykünün en vurucu
noktası son paragraftaki sahneyle geliyor. Okuma yazmayı öğrenen çocuğun bunu
birilerine göstererek aferin almak, bu mutluluğunu başkaları ile paylaşarak
gururlanmak isteği şöyle anlatılıyor:
“Çöpü dökmeye çıkan
annelerinden birinin kapıdan geçmekte zorlandığını gördü, Türkçe kitabı
dizlerinin üstündeydi, biraz da o duysun diye, oturduğu ağacın altından kalktı
ve tabelayı heceledi.
Mee Eee Bee
Yee-tiiş-tir-me
Yuurd-u” (H, 69)
Çocukların
Dünyası
Mihriban İnan
Karatepe’nin öykülerinde yoğunlaşılan bir başka konu ise çocuklardır. Birçok
öyküde çocuk karakterler tarafından anlatılıyor olaylar. Ancak bu başlık
altında inceleyeceğim öyküler anlatıcısı ya da başkarakteri çocuk olan öyküler
değil. En azından bu kategoriyi oluştururken kullandığım kıstaslar bunlar değildi.
Zira bunları kıstas olarak aldığımızda yukarıda değindiğim bazı öyküler de bu
sınıfa rahatlıkla girebilir. (Bknz. “Bandırma Vapuru”, “Ben Yanında Yokken”,
“Dilsiz”.) Bu başlık altında topladığım öyküleri daha çok çocukların gözünden
anlatılan ya da başkarakteri çocuk olan ama konusu itibari ile de başka
göndermeler içermeyip genel olarak çocukların dünyasına odaklanan öyküler
olarak tanımlayabilirim. Bu öykülerde yazar genellikle büyük olaylar yerine çocukların
dünyasını, onların saflığını, düşüncelerini, yaşadıklarını anlatıyor basitçe.
Daha genel toplumsal göndermeleri olsa bile öyküde anlatılanlar çocukların
masumiyeti, hiç de etkileri olmayan şeyler karşısındaki durumları etrafında
toplanıyor. Ancak her şeye rağmen aile-evlilik kurumu başlığındaki öyküler ile
bu başlıkta yer alan öykülerin birbirinden kesin çizgilerle ayrılamayacağını da
belirtmek gerekir. Kadife Durağı’ndan
“Armut Ağacı”, “Haktan”, “Çocuk”, “Marie”, “Palaz”; Aramızda kitabından “En İyi Arkadaşım” ve Hacıyatmaz’dan “Tam Tepede” bu öykülere örnek olarak verilebilir.
“Armut Ağacı” (K.D, 29)
adlı öykü küçük bir kızın ağzından anlatılan, çağrışımlarla peşi sıra gelen düşüncelerden
oluşuyor. Düşüncelerin merkezinde ise anlatıcının Naime isimli arkadaşı ve
Naime’nin ailesi var. Naime ve ailesini kendi ailesi ile kıyaslıyor kız. Öyküde
doğrudan dillendirilmese de Naime ve anlatıcının aileleri arasında sınıfsal bir
fark olduğunu, anlatıcının Naime’den kıskançlıkla bahsettiğini söyleyebiliriz.
Örneğin evlerinin arkasındaki bahçede bir armut ağacı olduğundan bahseder
anlatıcı. (K.D, 30) Bu armut ağacı Naime’nin dedesine aittir ve “bir armutu
bile parayla verir.” Oysa o, Naime’ye “minik elleri[yle] yaptığı sonra güneşte
kuruttuğu sofra[sı], tabağı, çatalı[yla] ona gene çamurdan yemekler ikram
et[mektedir]” Çocuk saflığı ile dolu dünyasında bu iyiliklerinin karşılıksız
kaldığından yakınır. “Benim kardeşim küçük ve biz onlara benzemiyoruz” (K.D,
31) cümlesinde de anlatıcının bir karşılaştırma yapıp bundan da “yenilgi” ile
çıktığı kanısına varılabilir. Öykünün sonuna doğru Naime ile bir daha oynamak
istemediğini söylemesi, saçlarını tutup çekmek istemesi, “hatta [Naime’nin]
annesinin balkonda yetiştirdiği çiçekleri ne kadar güzel bulduğu[n]u söylemeyecek”
olması (K.D, 32) Naime ile anılarını düşünmesinden sonra “çocuk aklı”ndan geçen
cezalar olarak görülüyor. Bir çocuğun düşüncelerini, kıskançlıklarını,
üzüntülerini yine kendi ağzından, bir çocuk saflığı ile anlatıyor öykü.
“Haktan” (K.D, 33) isimli
öykünün anlatıcısı anne karnında bulunan beş buçuk aylık bir bebek. Bebek,
annesinin onu ilk fark edişinden itibaren anne-babasının duygularından,
konuşmalarından öğrendiklerini anlatıyor. Kadife
Durağı’nda ardı ardına gelen bu öyküler belli ki tematik bir bütünlük ile
bilinçli olarak dizilmiş. Bu öykünün hemen ardından sırayla gelen diğer
öykülere de kısaca değinmek gerekirse; “Çocuk” öyküsünde kuşu ölen bir çocuğun,
onu gömmesinden sonra “mezarını” tekrar kazdığında kuşu bulamamasından
kaynaklanan üzüntüsü; “Palaz”da sokakta bulduğu bir köpeği eve getiren bir
çocuğun öyküsü anlatılıyor. Bu kategorideki diğer öyküler de yine çocuklarla
ilgili çeşitli olaylar hakkında. Yazar, çocukların dünyasını, etkisinde
kaldıkları önemli olayları, düşüncelerini, genellikle onların ağzından gerçekçi
bir şekilde aktarıyor. Ancak bu konuda “En İyi Arkadaşım” (A, 45) öyküsünde bir
örneği bulunduğu üzere bazen gerçekçilikten koptuğu da oluyor. Bir çocuktan
beklenmeyecek türden cümleler yer alıyor mesela öyküde. 47. sayfada “Onların
eviyle bizim ev, birbirine yaslanmış, yıkılmamak için birbirinden güç almış
gibi duruyor.” ifadesini görüyoruz. Bu çocuğun önceki sayfalarda “Ölülerimizin
de kulaklarına, gözlerine burun deliklerine karıncalar dolmaz mı?” diyecek bir
saflığa sahipken sonra böyle “sanatlı” cümleler kurması gerçekçi görünmüyor.
Ama bu hatanın dışında çocuk anlatıcı meselesinin Karatepe öykülerinde başarılı
bir şekilde halledilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Sonuç
Mihriban İnan
Karatepe’nin öykülerinde yoğunlaştığı bu üç ana konuya baktığımızda yazarın
duruşunu, inancını, derdini öykülerine yansıttığını görüyoruz. Yazarın durduğu
bir yer var ve öyküsünde de bunu saklamak, ideolojisinin, inancının izini
silmeye çalışmak şöyle dursun bunu özellikle ön plana çıkarıyor. Yine bir
röportajında “Hakim sanat anlayışı[nın] dini
kimliğin sanat eserinde ifşa edilmesini fazla “siyasi”, “propagandacı” bulu[p],
ayıpl[aması]” ile ilgili soruya şöyle cevap veriyor Karatepe: “İnandığı gibi
yaşamayanın, yaşadığı gibi inanmaya başlaması gibi kimliği eserinde
görünmeyenin kimliği de zamanla ‘göründüğünden ibaret’ bir hâl alacaktır.
Müslüman yazar, hayatın bütün seslerini eserine taşırken ezan sesine sağır
kesilemez. Çünkü namaz vakti girince yazmaya ara veriyordur…”[7] Duruşunu
eserlerine yansıtmakla ilgili görüşünü net bir biçimde ifade eden yazarın hem
bu cümlelerinin hem de yazının başında kendisini nasıl tanımladığı ile ilgili olarak
alıntıladığım “Müslüman bir anne, bir eş, bir evlat” sıfatlarının, öykülerine
yansıdığını söyleyebiliriz. Özetle belirtmek gerekirse; Mihriban İnan
Karatepe’nin öyküleri, yazarın kendini tanımlamasına, duruşuna, inancına
paralel olarak gelişmektedir.
Tasfiye Dergisi, Kasım-Aralık 2012
[1] Mihriban
İnan Karatepe, Kadife Durağı
(İstanbul: Yedi İklim Yayınları, 2001) Not: Yazının devamında bu kitap için K.D
kısaltması kullanılacaktır.
[2] Mihriban
İnan Karatepe, Hacıyatmaz (Ankara:
Hece Yayınları, 2008) Not: Yazının devamında bu kitap için H. kısaltması
kullanılacaktır.
[3] Mihriban
İnan Karatepe, Aramızda (Ankara: Hece
Yayınları, 2012) Not: Yazının devamında bu kitap için A. kısaltması
kullanılacaktır.
[4] Selvigül
Kandoğmuş Şahin, “Mihriban İnan Karatepe ile Söyleşi,” (erişim: 04.11.2012) http://www.edebistan.com/index.php/selvigulkahdagmuss/mihriban-inan-karatepe-ile-soylesi-2/2011/06/
[5] Üç ana
konu başlığının her biri için örnek verdiğim öykülerin tamamı yerine burada
ismi geçen öykülerden önermeyi yansıtacağını düşündüğüm birkaç öykünün
açıklanmasının yeterli ve uygun olacağı kanaatindeyim.
[6] Aykut Ertuğrul, “Mihriban İnan Karatepe ile
Söyleşi,” (erişim: 04.11.2012) http://www.edebistan.com/index.php/aykutertugrul/mihriban-inan-karatepe-ile-soylesi-4/2012/06/
[7] Aykut
Ertuğrul, “Mihriban İnan Karatepe ile Söyleşi,” (erişim: 04.11.2012) http://www.edebistan.com/index.php/aykutertugrul/mihriban-inan-karatepe-ile-soylesi-4/2012/06/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder